17 Ekim 2014 Cuma

CUMHURİYET TÜRKİYE' SİNDE NİFAK HAREKETLERİ


Cumhuriyet Türkiye’sinde
 NİFAK HAREKETLERİ:


Yaklaşık yirmi sene kadar önce; Ülkemizdeki din istismarlarını ve devrim simsarlarını konu alan ve halkımızı uyarmayı amaçlayan kanaat ve kaygılarımızı; Milli Gazete’de ve çeşitli dergilerde yazmış ve daha sonra bunları 1994 yılında “Nifak Hareketleri” ismiyle kitap halinde yayınlayıp okurlarımızla paylaşmıştık.[1]

Bazı devrim madrabazı sahte Atatürkçülerle, bir takım din yobazı istismarcı üfürükçülerin; görünüşte birbirine karşı gibi hareket etseler de, gerçekte nasıl sinsi bir ittifak içinde, yüce dinimizi ve devletimizi tahribe yöneldiklerine dikkat çektiğimiz için, her iki kesim tarafından da suçlanmış ve hücumlara uğramıştık.

Bediüzzaman Hz.lerinin ve Risalei Nur çizgisinin; kimler tarafından yozlaştırılmaya ve nasıl Yahudi ve Hıristiyanlara yaranmaya çalışıldığını

Süleyman Hilmi Tunahan Hz.lerinin Kur’an hizmetinin; niye ve ne şekilde istismara kalkışıldığını..

Bazı tarikat ve tekkelerin, niçin ve hangi ellerle yaygınlaştırılıp yamuklaştırıldığını…

İyi niyet ve samimiyetle kurulan bazı dernek ve dergilerin, sonradan İslami gaye ve gayret perdesi altında nasıl bir şöhret ve servet avcılığına araç yapıldığını...

Ağızlarıyla “Euzü billahi mineşşeytani vessiyaseti = Şeytandan Allah’a sığındığım gibi, siyasetten de sakınırım” sözünü çiğnedikleri halde; saf bağlılarını ve taraftarlarını sağcı, hatta solcu partilere nasıl pazarladıklarını..



Mustafa Kemali: “Dinsiz ve ahlaken seviyesiz” göstermek için, devrim simsarlarıyla din istismarcılarının adeta yarıştıklarını ve sadece “rakı ve karı” hatırlatan bir Atatürk imajını nasıl kafalara kazıdıklarını…

Ve hayret verici şekilde, bu her iki kesimin de, Milli Görüş’e ve Erbakan’a karşı, nasıl derin bir öfke duyduklarını ve hiç dinmeyen bir hırsla sürekli saldırıp karaladıklarını…


DEVAMI :




Ve Milli Görüş partilerinin bile, kendi içinden nasıl kuşatıldığını ve hangi hıyanetlere uğratıldığını dile getiren ve on beş-yirmi yıl öncesinden bunları deşifre eden tespit ve tahminlerimizde, hamd olsun ki yanılmadık ve yanlış yapmadık…

Toplumu etkileyen ve yönlendiren, girişim ve gelişimleri doğru yorumlamak.. Perde gerisindeki patron rejisörlerle, sahnedeki piyon figürleri iyi tanımak.. Olayları ve oluşumları tehdit ve tehlike bakımından önem ve öncelik sırasına koymak hususunda; Kur’an’ı dürbün ve mutlak değer ölçüsü kullanmanın hep huzurunu ve haklılığını yaşadık..

Erbakan Hoca’nın eğitimleri ve öğretileriyle: Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas almanın, Vatani ve vicdani sorumluluklarımızı her şeyin üstünde tutmaya çalışmanın, Devlete ve cumhuriyete sahip çıkmanın; elbette bazı zahmet ve külfetleri yanında, asıl şerefini ve faziletini de tadarak ferahladık...

Doğruların ve başarıların ancak Rabbimizden, hataların ve zaafların ise nefsimizden olduğuna inandık ve tekrarladık.

Şımarmaktan, şaşırmaktan ve taşkınlıktan sürekli sakındık ve Allah’a sığındık..

Haddimizin çok üstünde hayırlar lütfedene, bize hikmet ve ferasetten nasip verene bağlı kaldık..

Bu arada zaman zaman:

“Biz nice yıllar Hoca’nın yanında ve yakınında bulunduk… Bu gerçekleri duyup anlamadık ta, siz nasıl öğrenip yararlandınız?” diyenlere:

“Buz patencisi olmak için, kutuplarda yaşamak yetseydi, bütün Eskimolar sürekli şampiyonluğu kimseye kaptırmazlardı.. Ama şimdiye kadar, tek bir buz patencisi Eskimo bile çıkmamıştır!.”  esprisini hatırlattık.

Evet, on beş sene kadar önce yayınladığımız “Nifak Hareketleri” kitabımızı, yeniden “Cumhuriyet Türkiye’sinde NİFAK HAREKETLERİ” olarak güncelleştirilmiş ve yeni katkılarla zenginleştirilmiş 2. baskısını okurlarımızın hizmetine hazırladık..

·  Atatürk ve Milli Görüş gerçeği ile

·  Fetullah Gülen gibi kişilerle

·  Ilımlı veya radikal İslamcı geçinenlerle

·  Mason locası ve Moon tarikatı güdümündeki ilahiyat bilginleriyle

İlgili bu günkü yorumlarımızla, yıllar önceki durumlarının hiç değişmediğini ve Kur’an’ın şaşmaz terazisiyle bunların yirmi sene önceden tespit edildiğini:

“Bak biz haklı çıktık!” diye hava atmayı değil; maalesef gaflet bulutlarının daha da kararıp basiret ufkumuzu kapladığı; dinimiz, devletimiz ve ülkemiz üzerindeki Haçlı ve Siyonist hesapların daha da yoğunlaşıp, Milletimiz için artık “Hayat-Memat (yaşam-ölüm)” halini aldığı bu günlerde, 

Şeytan şebekesini ve işbirlikçi şebeklerini, yeniden ve daha bir gür sesle hatırlatmayı amaçladık…

Yer yer, belki sert ifadelerimiz ve çıplak-net bilgilerimiz için: “Daha yumuşak ve yakışıklı bir kılıf içinde anlatılabilirdi” diyeceğiniz kısımlar için de; peşinen özür diliyoruz ve şu mazerete sığınıyoruz:

“Gecenin karanlığında ve herkesin uykuda bulunduğu bir sırada, bütün mahallenin ateşe verilip cayır cayır yakıldığını sezen birileri: “Uyanın, yangın var!.” diye feryat ederken, onların seslerinde nota, sözlerinde kota aranmaz sanıyoruz..

Ve geleceğin araştırmacılarına bir belge olmak üzere şu konuyu da, okurlarımıza aktarmak istiyoruz..

Biz hem bu kitabımızı, hem de daha önce sizlerin istifadesine sunduğumuz Bizim Atatürk, Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor, Medeniyet Mücadelesi ve Mehdiyet Müjdesi, İletişim ve İşbirliği Sanatı, Siyaset ve Strateji ve AKP’nin Akıbeti gibi kitaplarımızı basmak için başvurduğumuz solcu, sağcı ve İslamcı, hiçbir yayın evinden maalesef olumlu sonuç alamadık.. “İnceledik gerçekten çok güzel, çok mükemmel, ama bizim yayın politikalarımıza uygun değil” yanıtıyla karşılaştık..

Ancak yılmadık, Milli çözüm dergisi ekibi arkadaşların üstün fedakârlıkları ve katkılarıyla bu kitapları bastırdık… Hatta birçok İslamcı gazete ve dergide parayla reklâmını bile yaptıramadık..

Sonunda şu kanaate vardık:

Ya bizim kitaplarımız ve yazdıklarımız; insanımızın ilgi ve ihtiyaçları, ülkemizin sorunları ve çözüm yolları, İslam’ın inançları ve amaçları konusunda hiç de ciddi ve dikkat çekici bulunmuyordu. Yararlı ve hayırlı görülmüyordu.

Veya “Zaman gelir, iman (Yalın=Mutlak ve çıplak gerçek) bir ateş koru halini alır. Tutanın avucunu yakacak, yere atan mahrum kalacaktır” hadisinin haber verdiği hikmete uygun şekilde; yazdığımız ve uyardığımız gerçekleri, şu korkularından veya bu kaygılarından dolayı, sahiplenmeye kimsenin gözü kesmiyordu..

Ya da; bu bozuk düzenin rantını birlikte paylaşan ve rahatlarını yaşayan;

Hem, Din İstismarcıları

Hem, Devrim Simsarları

Kendi çıbanlarına parmak basılmasını ve sömürü çarklarına çomak sokulmasını istemiyordu…


Ama sonunda, Nurettin Veren Beyin aracılığıyla bir televizyon programında tanıştığımız Fedai Erdoğ Bey, tarafsız ve tutarlı yayıncılık adına; farklı bakışlara ve aykırı yaklaşımlara saygı hatırına, bu kitaplarımızı basma cesaret ve olgunluğunu gösterdi. Kendilerini kutluyorum.

Bu vesile ile üstün fazilet ve fedakârlık örneği sergileyen tüm Milli Çözüm ekibine de, tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Şimdi sizleri kitapla baş başa bırakıyorum.

Tenkit, teklif ve tavsiyelerinizi, içtenlikle ve ihtiyaç hissederek bekliyorum.

Çok yakın olduğunu umduğum aydınlık yarınlarda ve Türkiye merkezli yeni bir medeniyet baharında buluşmak üzere sevgi ve saygılar sunuyorum…

                                                                                                                  Ahmet Akgül

2. Baskının Önsözü

YALANCI MESİHLER VE SAHTE MEHDİLER


Ahir zaman fitnelerinden ve Altın Çağ öncesi alametlerinden birisi ve belki en tesirli ve tehlikelisi de, yalancı Mesih’lerin ve sahte Mehdilerin ortaya çıkmasıdır. Bu konudaki hadisleri ve Kur’ani işaret ve haberleri ciddiye almak ve Bediüzzaman gibi çok önemli zatların ikazlarına kulak asmak; hem inancımız, hem de ihtiyacımızdır.

“Her biri Allah’ın Resulü, (elçisi ve görevlisi) olduğunu iddia eden “otuz”a yakın yalancı zuhur etmedikçe kıyamet kopmayacaktır.”[2] Mealindeki hadisi şeriflerin haber verdiği şekilde; hem Hıristiyanlar ve Ehli Kitap arasında, hem de İslam dünyasında birçok “manevi kurtarıcılar” dini tamirat adına tahribat yapmakta ve maalesef çok sayıda taraftar bulmaktadır. Geçmişte:

75 müridiyle birlikte, Texas yakınlarındaki tesislerinde yanarak can veren David Koresh...

53 taraftarıyla Kanada’da intihar eden Luc Jouuret..

 Uganda’da bine yakın müridini öldüren Jim Jones, Hıristiyanların Mesih beklentisini istismar eden sahtekârlardan bazılarıdır.

İslam dünyasında da Mehdi beklentisini istismar eden ve safdil ve gafil kitleleri peşinden sürükleyen, “Gerçek hizmet adamı, örnek ilim ve hikmet erbabı” olarak bilinen kişiler vardır.

“Kıyametin öncesinde hilekâr (aldatıcı) seneler ve (dönemler) gelecektir. o zamanda emin insanlara (gerçek ve güvenilir din ve dava adamlarına) töhmet (şüphe ve hakaret) edilir, (ama) hain (ve hilekârlara) ise hürmet ve emniyet edilecektir.

Emin (Doğru ve değerli) kişi susturulmaya (ve yasaklanmaya) çalışılır. Yalancı (ve sahte kurtarıcılara) ise emin ( ve önemli kişi) nazarıyla bakılır.”[3]

“Ehil ( ve layık) olmayanın, malik (iktidar) olması, yaramazların makama oturtulması, yararlı olanın ise saf dışı tutulması da kıyamet alametlerinden” sayılmıştır.[4]

“Benim, ümmetim için en çok korktuğum husus, (diyanet ve siyaset yönünden)sapık (ve saptırıcı) önderlerin durumudur...”[5]

“Kıyamet öncesinde, karanlık gecenin (korkulu) kesitleri gibi fitneler olacak. (Öyle ki) kişi mümin olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşama çıkacak… (ve yine) mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlayacak...”[6]

Gelecekte (düşman ve kâfir) milletler, yemek çanağının başına üşüşenler misali, aleyhinizde toplanacaklar. Siz o günlerde, sayıca az değil, hatta çok bulunacaksınız. Ancak selin üzerindeki Çer-çöp gibi dağılmış (ve yabancıların güdümüne katılmış) olacaksınız.Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkaracak, ama sizin kalbinize “Vehen” salacak...!

Vehen nedir diye sorulduğunda ise: Dünyayı sevmek, ölümü kerih görmek (Dünya nimetlerini ahirete tercih etmek ve cihaddan vazgeçmektir)[7]  mealindeki hadislerin ikaz ve işaret ettiği dönemler yaşanmaktadır.

Sahte Mehdilerin peşine takılanlar, Siyonist Yahudilerin ve Haçlı emperyalistlerinin himayesinde huzur ve hürriyet aramaktadır. Geleceğini ve güvenliğini ABD ve AB gibi malum ve mel’un oluşumların gölgesinde arayan Müslümanlar çoğalmıştır.

Hâlbuki: “Onların milletine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar Sen’den (ve Sen’in yoluna gidenlerden hiçbir dönemde ve hiçbir şekilde) kesinlikle razı olacak değillerdir”[8] ayeti:

A- Yahudi ve Hıristiyanların genelinde din gayreti değil, milliyetçilik ve menfaatçilik duygusunun ağır basacağını... Yani;

1- Hz. Musa’nın dinini ve Tevrat’ın prensiplerini Yahudilerin; kendi ırklarının çıkarları doğrultusunda istismar ve suistimale kalkışacaklarına

2- Batılıların da Hz. İsa’nın dinini ve İncil’i kendi emperyalist amaçları için bir kılıf olarak kullanacaklarına ve yozlaştıracaklarına işaret buyurmaktadır.

B- Yine bu ayete göre: Herhangi bir asırda ve herhangi bir ortamda, Siyonist Yahudiler ve emperyalist Hıristiyanlar, hiçbir Müslüman’dan ve İslami oluşumdan asla razı olmayacak, iyiliğimize çalışmayacak, hayırlı ve yararlı işlerimize katkıda bulunmayacaktır.

C- Müslüman bilinen herhangi bir kişiden veya İslami bir hizmet ve girişimden eğer, Siyonist ve emperyalist merkezler memnun kalıyorsa, yardımcı oluyorsa... ABD ve AB gibi Yahudi ve Hıristiyan oluşum ve kuruluşlar, İslamcı görülen bir partiye ve harekete destek çıkıyorsa, bunlara mutlaka şüphe ile bakılacak, hain ve zalim odakların, milliyetçi ve menfaatçi hedeflerine hizmet ve İslami harekete hıyanet içinde olabilecekleri hesaba katılacaktır.

Ç- Çünkü Kur’an’ın ikazı ve izahı; kesinlik ve süreklilik tarzında çok net ve açıktır. Ki Kur’an’ın özüne ve Hz. Peygamberin (sav) izine bağlı İslami kişi ve girişimlerden katiyen ve ebediyen, Yahudi ve Hıristiyanlar razı olmayacak ve hele bunlara yardımda asla bulunmayacaktır.

Şayet bunun aksi oluyorsa, yani Siyonist ve emperyalist güçler İslami bir hizmet ve şahsiyete sahip çıkıyorsa, haşa, Kur’an yanılmayacağına göre: Böylesi şahsiyet ve hareketler; İslami gayret perdesi altında, Siyonizm’in amaçlarına hizmet eden münafık ve kiralık hainler konumunda olabileceklerine dair, ilahi bir töhmet altındadır.

“İnsanlar içinde, müminlere düşmanlıkta, en şiddetli ve (tehlikeli) olarak; Yahudileri ve Müşrikleri bulacaksın. İman edenlere meveddet (yardım, merhamet ve muhabbet) bakımından en yakın olarak ta; “Biz, Hıristiyanız” diyenleri bulacaksın... Ki bunların içinde kibirlenmeyen bilginler ve rahipler vardır.[9]

Ayeti ise şu ikaz ve işaretleri içermektedir:



1- Başka ayetlerde belirtildiği gibi, dünya malına ve zulüm saltanatına en haris ve en hain bir kesim olan Siyonist ve sapkın Yahudiler ve farklı din ve düşünceden bütün mason ve müşrikler, sadece Müslümanlara değil, Hıristiyanlar, hatta Yahudiler içindeki inanan kimselere, iyi niyet ve istikamet sahiplerine de, en şiddetli ve tehlikeli bir düşmandır.

2- Bu haris ve hain Siyonist Yahudiler ileride, bütün dünyada etkin olacakları, iman ve iyilik ehline ve tüm insanlık alemine, ahlaki, ekonomik, sosyal ve siyasi yönden tehlike saçacakları bir dönem yaşanacak ve Kur’an’ın, “en şiddetli düşman” tarifine uygun, her yönden kuvvetli, dehşetli ve tahripçi bir düzen kurulacaktır.

3- Ey Resulüm, sen ve seni temsil eden ve izinde giden; bütün insanlığı kurtaracak ve kuşatacak bir adalet ve saadet medeniyetini kurmak isterken; bütün dünyaya hâkimiyet kurmuş ve bu şeytani gücünden dolayı oldukça şımarmış ve kudurmuş olan ve gelip geçmiş en azametli ve en dehşetli küfür ve zulüm saltanatı sayılan Siyonizm gibi, çok şiddetli bir düşmanla uğraşmak zorunda kalacaktır.

4- Böyle bir ortamda, Siyonist şeytanlara karşı, İslam ve insanlık cephesine en yakın yardım ise bazı mütedeyyin ve mütevazi Hıristiyan ruhbanlardan, samimi ve seviyeli batılı bilginlerden ve devlet adamlarından ulaşacaktır. Ki bunlar Siyonizm’in haksızlık ve ahlaksızlık düzenine karşı çıkacaklardır.

Efendim, dini ve dünyevi eğitim hizmeti veren filan kişiye ve falanca kesimlere Yahudi ve Hıristiyan ülkeler olsun, Siyonist ve emperyalist çevreler olsun, destek veriyor ve kolaylık gösteriyor amma, ibadet ve istikamet sahibi gençler yetişiyor... Daha ne istiyorsunuz? Diyenlerin cevabını Hz. Peygamberimiz (sav) veriyor:

“Cenabı Hak meleklerden birisine; filan şehri, ahalisinin üzerine devir (Altını üstüne getir) diye emir verince O melek:

Ya Rabbi onların içerisinde, göz kırpacak kadar (bir süre bile) sana isyan etmeyen (ve amelleri peygamber ameline benzeyen ve gece gündüz ibadet ve hizmetle vakit geçiren) kullarından vardır?... Dedi.

Cenabı Hak: Hem onları hem diğer halkı yerin dibine geçir. Çünkü onun (gibi ibadet ve hizmet ehli bilinen çoğunun) yüzü, hiçbir zaman (İslam’a ve insanlığa yapılan hakaret ve hıyanetler karşısında) ekşimedi. (Tam tersine zalimleri destekledi ve müsamaha gösterdi.)”[10]

“Aman suizan etmeyin çarpılırsınız. Çünkü gece namazı kılıyorlar! Pazartesi ve Perşembe oruç tutuyorlar!”  gibi ifadeler; zulüm ve zillet düzenine, faiz ve fuhuş sistemine destek çıkan ve hele İslami ve insani girişimlere köstek olan, hiçbir kimseyi mazur ve makbul gösteremez.

Hem Kur’an’a, hem vicdana aykırı olarak; Siyonizm’in küfür ve zulüm saltanatına payanda olacaksın...

Irak’taki vahşet ve hakaretlerine rağmen, Amerika’yı haklı bulacak; arka çıkacaksın...

Mazlum ve masum Filistinli Müslümanların feryadına kulak tıkayacak ama Saddam’ın bir serseri füzesi Telaviv’e düşünce, Yahudiler için gözyaşı akıtacaksın...

Başörtüsü mağdurlarına sahip çıkmayıp, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde, eşcinselliğe izin veren ve bu ahlaksızlığı karşılıklı rıza ile yapanları kınamayı suç sayıp 1 yıl ceza öngören kanunları çıkaran ve ülkemizi İslam dünyasından ve kendi coğrafyasından koparıp AB’ye yamamaya çalışan ve ekonomik olarak IMF reçeteleriyle iflasa hazırlayan AKP gibi dış güdümlü parti ve iktidara oy verip alkış tutacaksın... Kıbrıs’ın satılmasına, Kürdistan’ın kurulmasına, Türkiye’nin parçalanmasına göz yumacaksın...

Sonra da, “gece namazı kılıyor” diye kurtulacaksın!?:..

Hâlbuki imanın, ihlâsın ve insanlığın ölçüsü: Allah için nefret ve Allah için muhabbettir... Yani İslam’a ve insanlığa uygun kişileri ve girişimleri, sevmek ve desteklemek... Kur’an’a ve evrensel hukuk kurallarına aykırı hareket ve şahsiyetlerden ise buğu ve nefret etmek ve bunlara karşı dini ve insani bir gayret göstermektir.

Teheccüt namazı, farz değildir, vacip değildir... Terki günah değildir... Kabirde sorulacaklar içinde değildir... Kılmayanlar hesaba çekilmeyecek ve ceza görmeyecektir..

Ama elbette çok mübarek bir sünnet ve fazilettir.

Ancak böylesi özel faziletlerin gizlenmesi gerekirken, neden filan kesimin “hep gece namazı kıldığı” reklâm edilmektedir?

Bu fazilet gösterisi altında hangi “farziyet”lerin terkine cevaz verilmektedir?

Elbette bize düşen yargılamak değil, uyarmaktır. Ancak “hüsn-ü zan” perdesi altında kalpazanlara da kapılmamalıdır. Unutmayalım: herkesten önce Allah’a ve Resulüllah’a hüsn-ü zan etmemiz, farzdır. Bunun gereği de, Kur’an ve sünnet ölçülerini mihenk taşı bilmek ve uygulamaktır. Kişileri ve klikleri Kur’an’a göre değil de, Kur’an’ı kişilere göre yorumlamak, maalesef en büyük kaybımız ve itikadi ayıbımızdır!

Hz. Ali’nin dediği gibi: “Asla hilekâr olmamalıyız… Anacak, hilekârları da mutlaka tanımalıyız..”

Bizim iyi niyetimizi, teslimiyetimizi ve bazı zafiyetimizi istismar ederek... Bizlere ve yakın çevremize, bazı dünyevi kolaylıklar ve manevi rahatlıklar sağlayıp sonra da zalim ve hain güçlerin peşinden sürükleyen kimselere kanmamalıyız!

Hâlbuki imani ve insani değer ve derece terazisi Kur’an’dır. Ve Allah şöyle buyurmaktadır:

“Müminlerden (Hakkın hâkimiyetini ve dinsizlik düzeninin helakini samimiyetle istemek şartıyla) bir özürü olmaksızın  (evinde ve işyerinde, ibadet, ticaret ve diğer dini gayretler için)durup oturanlarla, Allah yolunda, (Adalet nizamı kurulsun diye) mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler, asla eşit değildir.

Malları ve canları ile (Ülkesinde ve yeryüzünde Hak hakim olsun diye Allah yolunda Cehdü gayret edenler, yerinde oturanlara nazaran derece bakımından çok daha üstün kılınmıştır”[11]

Fazilet ölçüsü olarak, farz olan ve 6 Milyar insanın kul hakkı sayılan “Cihat yapmayı” değil de, sünnet olan ve şahsi sevap kazandıran gece namazı kılmayı göstermek, hangi kaynağa ve mantığa dayanmaktadır?

Hem, Allah rızası için, her türlü önyargıdan ve saplantıdan uzak, insaf, izan ve vicdan ile cevap verelim:

Bazı kimselerin dini ve dünyevi eğitim hizmetlerine, Yahudi ve Hıristiyan ülkeler, zalim ve hain cepheler, acaba; bu tür hayırlı ve yararlı hizmetlere hayran oldukları için mi;

Yoksa sömürme ve sindirme üzerine kurdukları dinsiz dünya düzenine uyumlu ve ılımlı (layt) Müslüman tipi hazırladıkları için mi, destek çıkmakta ve kolaylık sağlamaktadır?!..

Ama umuyoruz, çok yakında hakikat devrimi gerçekleşecek, herkesin iç yüzü ortaya dökülecek, safiyet ve samimiyetle böylesi hareketlere katılan ve katkıda bulunan bütün kardeşlerimiz durumu fark edecek ve İslam Davasının sadık bekçileri ve hizmetçileri olacaklardır.

Çünkü iyi niyetle, Allah’ın rızasını ve ahiret hayatını amaç edinerek... Ama bilmeden ve gafletle yanlış yola koyulanları... Ve arkası karanlık bir oluşuma katılanları, Cenabı Hak hidayet ve inayetiyle sonunda uyandıracak ve gerçeğe ulaştıracaktır.

Unutmayalım ki: Allah kullarına kesinlikle haksızlık yapmayandır. Ve samimiyetle hakkı arayanları yalnız ve yardımsız bırakmayandır.

Ve Rabbimiz, bizlerin sözlerimize değil özlerimize... Görüntü ve gayretlerimizden ziyade gaye ve niyetlerimize bakacaktır.

“İsrailoğullarından inkâr edenlere Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu (hidayetlerinin kararması ve lanete uğramaları, ilahi hükümlere) isyan etmeleri ve haddi aşıp (İslam’i ölçüleri değiştirmeleri) sebebiyledir.

Ki, yapmakta oldukları münker (çirkin) işlerden birbirlerini sakındırmıyor (haksızlık ve ahlaksızlıklara göz yumuyor ve kılıf uyduruyorlardı.) Bu ne kötü bir davranıştı..

(Bir de) onlardan çoğunun, küfre (ve zulme) sapanlara dostluk kurduklarını görürsün...”[12] Ayetlerini tekrar tekrar okumalı ve itikadımızı ve hayatımızı bu Kur’an’i ikazlara uygun yeniden ayarlamalıdır.

Sadece şahsi ibadetlerde değil, siyaset ve devlet işlerinde de haktan ve hayırdan taraf olmalıdır. Kurtuluşumuz bununla alakalıdır.

“O (müminler)ki, eğer yeryüzünde kendilerine iktidar imkânı verirsek; namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder (yürütürler), kötülüğü yasaklayıp önlerler”[13] ayetini, Hindistan ulemasından, İslam Cemaatı Telif ve Tasnif komisyonu Başkan Vekili Seyyid Celalüddin El-Amra şöyle yorumlanmaktadır:

“Müminlerin namazı amacına ve anlamına uygun kılabilmeleri, zekât vergisini adil bir biçimde toplayıp harcaya bilmeleri, marufu yani İslam’a ve insanlığa uygun olan hükümleri uygulayabilmeleri ve yine Münkeri; yani tüm kötülükleri önleyebilmeleri, ancak siyasi iktidarın ve devlet imkânlarının ellerinde olmasına bağlıdır. Ayeti kerimede bu gibi hizmet ve ibadetlerin, “kendilerine iktidar verirsek” şartından sonra sıralanması bu gerçeği ortaya koymaktadır.”[14]

Çünkü Üstat Bediüzzaman Hz.lerinin “Batı (alemi) Fen ve Sanayi silahı ile bizi istibdad-ı manevi (baskı ve esaret ) altında eziyor. Onlara karşı maddi terakki ve sanayileşmek şarttır.[15]

“İ’lla’yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıftır.(Ekonomik yönden kalkınmaya bağlıdır.”)[16]  Diye haber verdiği ağır sanayi ve ekonomik kalkınma hamlesini başlatan Milli siyasetin hangisi olduğunu görmemek için, insanın ya aklının veya vicdan ayarının bozuk olması gerekir.

Risale-i Nur’larda “Nevi beşeri (insanlık alemini) umumi felaketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe (komünistliğe ve anarşistliğe) sevk edip, terakkiyatı ve asayişi (çok yönden kalkınmayı ve genel huzuru) mahveden (her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın) kökünü kesecek iki şeydir:

a- Vucubu zekât

b- Hurmet-i Riba, diye anlatılan gerçeği:

1- Sermaye ve üretimden alınacak tek cins vergi (zekât) uygulaması

2- Ve faizin her türlüsünün kaldırılacağı Adil ekonomik düzen programları ile ortaya çıkan Mili hizmet ve hareket hangisidir?[17]

İzan ve insafla düşünüp karar verelim:

Bediüzzaman’ın (ra) “İnşallah ileride Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi, Cemahir-i Müttefika-i İslami’ye de meydana gelecektir.”[18]  Diye işaret ve beşaret ettiği İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı gibi dayanışma unsurlarını savunan, İslam’ın birlik ve beraberlik şartlarını hazırlayan ve bu yüzden bütün masonik ve münafık çevrelerce hücuma uğrayan Milli girişim hangisidir?

İşte bunun gibi, kesinlik derecesine ulaşan pek çok işaret gösteriyor ki Üstat Bediüzzaman Hz.lerin “ileride geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek mesudane vaziyetler...” diye müjdelediği ve O mutlu ve mes’ut gelişmelere zemin hazırlamakla görevli olduklarını söylediği hareket; acaba hangisidir?[19]

Tarih boyunca ehli kitabın ve dindar grupların yakasını bırakmayan “haset, inat ve taassub” damarı terk edilip, izan ve insaf ölçüleriyle dikkat edilse, bizim söylediklerimizin ne kadar haklı olduğu görülecektir.

Bu konuyu Üstadımızın çok önemli bir tespit ve teşhisiyle açıklayalım:

“Hiçbir fasık (günahkâr) yoktur ki, salih olmasını (kötülükten kurtulmasını) temenni etmesin. Ve amirini ve reisini (yöneticilerini ve hükümet yetkililerini) mütedeyyin (dindar ve dürüst) görmek istemesin. (Kalbinde imanı bulundukça, fasık bile olsa, herkes bunları mutlaka arzu eder) İlla ki, eliyazubillah, irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yani (ancak Allah korusun, gizli bir dinsizlikle vicdanı bozulmuş olup) yılan gibi başkalarını zehirlemekten zevk alan (birileri ancak içkiyi, kumarı, faizi ve fuhşu yaygınlaştıran zalim zihniyetleri ve hain şahsiyetleri idareci seçip, milyonlarca insanımızın ekonomik ve ahlaki yönden sefalete sürüklenmesine razı olabilir)[20]

Hz. Üstad’ın bu mükemmel izah ve ikazlarına rağmen, tek parti diktatörlüğüne ve zulüm ve dinsizliğe alet edilen siyaset için kullandığı “Euzu billahimineşşeytani ve vessiyaset-yani şeytandan ve şeytani siyaset anlayışından Allah’a sığınırım” sözünü kendisine perde edinip, sürekli zalim ve hain siyasilere ve batıl partilere taşeronluk yapan, ama fırsat buldukça Milli siyasete darbe vuran manevi marazlı kimselerin, en çok sığındıkları ve kendilerini savunmaya çalıştıkları şey:

“Dış güçler ve masonik çevreler ve onların partileri çok kuvvetlidir. Müslümanlar zayıf ve çaresizdir. Öyle ise ayaklarımız üstünde duruncaya kadar Onların himayesine girmemiz gerekir!?”

Bu anlayış ve davranışın, manevi ve ahlaki bir marazdan ve İslam Davasına duyulan gizli bir garazdan kaynaklandığını, Kur’an şöyle bildirmektedir:

“Ey İman edenler! Yahudi ve Hıristiyanlar’ı (ve onların kurduğu teşkilatları) kendinize dost (zannedip sakın örnek ve önder) edinmeyin. Onlar (sizin değil) birbirlerinin dostu ve destekleyicisidir. Artık sizden her kim onları dost edinir (İslam’i hareket ve girişimleri bırakıp onların peşine gider)se kuşkusuz, O da onlardandır.

İşte kalplerinde maraz (ve münafıklık hastalığı) olanları görürsünüz ki: Devranın (ve düşman odaklarının) aleyhimize dönmesinden ve bize zarar vermesinden korkuyoruz” derler (ve kudret ve kuvvet sahibi olarak Allah’ı değil de, Yahudi ve Hıristiyan’ları görüp, peşlerine ) giderler:

Oysa umulur ki Allah kendi katından bir fetih ve bir emir getirecek ve (manevi marazları yüzünden, şeytani güçlere sığınanları) içlerinde gizledikleri (makam ve menfaat için hıyanet) düşüncesinden dolayı pişman ve perişan edecektir”[21]

“Hoşgörü, diyalog” gibi Kur’an’da karşılığı olmayan, dışı yaldızlı içi çuvaldızlı uyduruk kavramların arkasına sığınan bu marazlı ve karanlık maksatlı girişim ve gelişmeleri çok dikkatli izlememiz gerekir.

Değerli araştırmacı- yazar Aytunç Altındal’ın belgelere dayanarak açıkladığı gibi:

Dünya Siyonizminin ve küresel emperyalizmin güdümündeki Avrupa Birliği, bütün dinleri kendi amaçlarına hizmet eder hale getirmek üzere Mart.1980 tarihinde, Avrupa Birliği Din Adamları Komisyonu (COMECE) kuruyor.

Bu teşkilat, 2.Vatikan konsilinde alınan kararlar çerçevesinde, bütün dinlerle bir “diyalog” başlatıyor. Ve bu meyanda bir “İslam Çalışma Grubu” oluşturuyor.

Bu ekip “nasıl bir İslamiyet işimize gelir ve bu diyalog çalışması hangi Müslüman şahsiyetle yürütülebilir?” sorularının uygun cevaplarını ve muhataplarını ayarlıyor..

“Müslüman Türkiye’yi içimize sokmayalım, ama başka oluşumlara kaymasın diye kendi haline de bırakmayıp oyalayalım..

Gümrük Birliği ve IMF reçeteleriyle ekonomisini kontrol ettiğimiz Türkiye’deki İslam’i gelişmeleri de bu “Dinler arası diyalog” çerçevesinde kontrolümüze alalım... İslam ülkeleriyle diyalog ve dayanışmasına engel olalım” diye karar alınıyor.

Vatikan’ın ilmihal kitabı sayılan “Kateşizm” denen 800 sayfalık eserde İslamiyet’ten sadece bir cümle ile bahsediliyor: “Müslümanlar da, İsa’nın kurtarıcılığına muhtaç olan ve bu plan içerisinde yer alan insanlardır”

Özetle, “Dinler arası diyalog” diye: Resmen olmasa da, fikren ve fiilen Protestanlaşmış... Hâkimiyet ve medeniyet hedef ve heyecanından sıyrılmış... Mevcut ve merdud dünya düzenine dindarlık rolü oynamaktan başka amacı kalmamış, teslimiyetçi Müslüman tipi oluşturulmaya çalışılıyor...[22]

Öyle ya, hırsız, arsız, uyumsuz, huzursuz, serkeş ve sarhoş kimselerden ise; namazlı, niyazlı, çalışkan ve itaatli köleler, dış güçler ve işbirlikçi hükümetlerce elbette daha tercih edilir bir durumdadır.

Hatta Vatikan’la İsrail 30.Aralık.1993’te tarihi bir anlaşma imzalayarak “Dinler arası Diyalog’u” resmen başlatmışlardır...[23]

Bu arada, Papalık çağrısına uyarak Belçika ve Almanya’da oluşturulan “Diyalog Grupları” Eylül 1995’ten itibaren “PKK diyalog istiyor. Türkiye diyalogdan kaçıyor” propagandalarını yapmaya ve PKK’yı dağdan indirip siyasallaştırmaya ve meşrulaştırmaya başlamışlardır”[24]

Vatikan Devlet Başkanı Papa’nın ve diğer kardinal ve papazlarının...

Ve yine ABD’li Siyonist Hahamların, Beyaz Saray ve Pentagon kurmaylarının bu “Dinler arası diyalog” demagojisinde Türkiye’den muhatap aldıkları kişinin, hiçbir resmi sıfatı ve statüsü olmaması ve bu temsil gücünü kimden aldığının sorulmaması da, bu olayın üzerinde kafa yorulması gereken, diğer karanlık bir tarafıdır.

Hem diyalog, Karşılıklı eşit şartlarla ve samimi amaçlarla yapılırsa faydalı olabilir. Ama şimdi soralım:

1- Biz Müslümanlar Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı Hak Peygamber olarak tanırız.

Ama Yahudi ve Hıristiyanlar, Efendimiz Hz. Muhammed’e Hak Peygamber olarak inanıyor mu?

2- Bizler Tevrat ve İncil’in aslını, hak kitap kabul ediyor ve saygı gösteriyoruz.

Yahudi ve Hıristiyanlar da, Kur’an’ı Kutsal Kitap olarak kabul ediyor mu?

3- Tarihi ve tarafsız bütün kaynakların ve araştırmacıların ittifakıyla, Müslümanlığın Kitabı olan Kur’an aslını aynen korumaktadır. Asla bozulmamıştır.

Ama Tevrat ve İncil’in büyük ölçüde bozulduğu ve sonradan uydurulduğu, ortadadır.

4- Papalık, bütün Hıristiyan ülkelerin ortak ve resmi temsilcisidir ve devlet statüsündedir. İsrail ise zaten, fikren ve fiilen Kabala Şeriatı uygulayan bir haham devletidir. Üstelik Yahudi ve Hıristiyanlar İslam’a karşı çok ciddi bir işbirliği içindedir.

Peki diyalog diye, bunlarla masaya oturan, kişileri:

a- Dünya Müslümanları ortak temsilci olarak seçmiş ve kabul etmiş midir?

b- Müslüman devletler bunlara resmi bir destek vermiş midir?

c- Yoksa bu Müslüman diyalogcular, Yahudi ve Hıristiyanlarca tesbit edilmiş birer figürandan mı ibarettir?

Bu konuda,14.Şubat.2004.Milli Gazete’de Muhterem Mehmed Şevket Eygi Beyefendi’nin: “Diyalog Dolapları” yazısı oldukça önemli sorular ve cevaplar içermektedir.

Bu arada, bazı konuların daha iyi anlaşılması ve kafalara takılan soruların cevaplanması için şu hususu da açıklamakta fayda vardır.

İman; Sadece, yaratılış gerçeklerini bilmek ve bazı ibadet ve hizmetleri yerine getirmek değildir.

Küfür de; iman esaslarını inkâr etmekten ibaret değildir.

Bizlerin görmeden gaybi iman ettiğimiz şeylerin ve yerlerin varlığını şeytan bizzat oralarda milyonlar sene yaşadığı, çok büyük hizmet ve ibadetler yaptığı için bilmektedir ve ne Allah’ı ne de bunları inkâr etmemiştir.

Ama yine de kâfirdir. Çünkü Allah’ın hükmüne, takdirine ve taksimine itiraz ve isyan etmiştir. Tercihini Rabbinden değil, nefsinden taraf göstermiştir. Kibir, haset ve enaniyetine yenilmiştir.

Bu nedenle, filan kişi şu kadar çok bilgilidir. Şöyle ibadet ve hizmet ehlidir. Öyle ise, asla Rahmani cepheyi bırakıp Şeytani cepheye yanaşması ve yaranması mümkün değildir... gibi iddialar geçersizdir ve İblis örneği önümüzdedir.

Üstad Bediüzzaman Hz.lerinin Arapça olarak ve Kafkas savunmasında cihat esnasında telif ettiği, sonra kardeşi Abdülmecit Efendinin yine Üstad’ın nezaretinde Türkçe’ye çevirdiği çok kıymetli bir tefsir mukaddimesi olan İşarat-ul İ’caz adlı eserinde ve Bakara Süresi 6.ayetinin tefsirinde şunları söylemektedir:

“Küfür iki kısımdır:

1-Bir kısmı bilmediği için inkâr eder. (Yani ailesinden, çevresinden, eğitim sisteminden, yaratılış gayesini ve İslam gerçeğini hiç duymamış ve haberdar olmamış kimselerin, bu cehaletinden kaynaklanan küfür şeklidir. Ve küfrün en az tehlikeli olanıdır.

2- (Küfrün) İkincisi, bildiği halde inkâr eder.

Bu da birkaç şubedir:

a- Birincisi, Bilir, lakin kabul etmez.(Yani imani ve İslam’i gerçekleri duyup, okuyup öğrenmiştir. Ancak işine gelmediği ve nefsi istemediği için, bile bile inkâr eder. Küfürde kalır)

b- İkincisi; Yakini var, lakin itikadı yoktur. (Yani imani konuları kesinlikle bilir. Akli ve nakli delilleri öğrenir ve akıl erdirir. Ancak kalben tasdiki ve teslimiyeti olmadığından küfürde kalır)

c- Üçüncüsü; Tasdiki var, lakin vicdanı iz’anı yoktur.

(Yani, zahiren kabul ve tasdik eder. Kalben İtikadı da vardır. Ama imana ve İslam’a fıtri kabiliyeti bulunmadığından ruhi basiret ve feraseti, vicdani idrak ve itaati kaybolduğundan, hidayeti kararır ve küfürde kalır)[25]

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sadece bilmek ve zahiren muttaki ve muhterem görünmek asla yeterli değildir.

Bu imani bilgiler, eğer kalplere sinmemiş, ruhlara yerleşmemiş ve karakter haline gelmemiş ise... Ve özellikle, tarafgirlik ve tercihini, Rahmani cepheden değil, Şeytani cepheden yana göstermişse... Kısaca Dünyası için Ahiretini terk ve telef etmişse... Küfür kapısından içeri girmiş demektir.

Bu “sahte Mehdilik, yalancı Mesihlik, ehliyetsiz mürşitlik” gibi görünürde evliyalık, gerçekte eşkiyalık olan durumlar dışında; bir de kasıtlı ve hesaplı münafıklar vardır. Kur’an da, Fatiha’dan sonra, Bakara Süresi, Şu üç türlü insanı tanıtarak başlamaktadır:

a- İlk 5 ayet Müminleri tanıtmaktadır

b- 2 ayet kâfiri anlatmaktadır

c- Sonra 15 ayet ise, münafıkların özelliklerini hatırlatıp bizleri uyarmaktadır.

Bu tür münafıkların en tehlikeli ve tahripçi olanları, her asırdaki en haklı ve en hayırlı hareketin en üst merkezine sızmaktadırlar.

Zahiren çok dindar ve sağlam bir dava kurmayı gibi davranmakta, suret-i Hak’tan görünerek, hıyanet ve hakaret kusmaktadırlar.

Bu asırda, Siyonist Yahudilerden, Hıristiyan emperyalistlere, Masonluk merkezlerinden Moon’cu tarikatlara bütün küfür ve kötülük cephesi, hangi hareket ve şahsiyetin karşısında ittifak ediyorsa, işte en haklı ve hayırlı olan orasıdır.

Ve işte en azılı münafıklar O hareketin içinde ve O şahsiyetin çevresinde aranmalıdır.

Böylesi lider ve ender şahsiyetler ise, çevresindeki bu münafıkları elbette bilmekte, ancak onları dahi kontrol altında tutarak, bazı hizmet ve meziyetlerinden yararlanmayı ve en sonunda bunları çürütüp İnkılâp fidanları için gübre olarak kullanmayı başarmaktadır.

Bu tür teşkilat içi münafıkların piri; Yemenli bir Yahudi alimiyken sözde Müslüman olan, Kur’an ve Hadis bilgisi... Takva ve Teslimiyet gösterisi... İbadet ve riyazet hevesi ile birçok Sahabeyi bile etkileyen ve birbirlerine düşüren ve İslam Davasına Bizans ve İran gibi dönemin Süper Güçlerinin bile başaramadığı zararları veren, meşhur İbn-i Sebe sahtekârıdır.[26] 

ÖNSÖZ

KUR’AN’DA İNSAN TİPLERİ


Hem kendi durumumuzu ve değerimizi ölçebilmek, hem de başkalarını kolay tanıyıp daha olumlu ve ılımlı ilişkiler geliştirebilmek için, Kur’an insanların ortak tabiat ve tavırlarını tanıtmak üzerinde önemle durmaktadır.

Kur’an insanları;

A-     İman bakımından:

1-           Mü’min: tam ve sağlam iman sahibi olan

2-           Münkir (Kâfir): Açıkça inkâr eden ve inanmayan

3-           Münafık: İnanmış görünüp itiraz ve ifsat eden ve ikiyüzlü davranan

B-      Amel Bakımından:

1-           Muttaki: Farzları yapan, haram ve haksızlıktan sakınan

2-           Fasık: Günahlara dalan, kötü ve çirkin davranışları bulunan.

3-           Facir: Hem itikadı hem de istikameti bozuk olan.

C-      Niyet bakımından

1-           Salih: İbadet ve hizmet ehli olup kulluk düşüncesi üzerinde, emir ve yasaklar çerçevesinde hareket eden ve her halini düzelten.

2-           Muhlis: Yaptıklarını gösterişten uzak, Allah rızası için iyi niyet ve samimiyetle yerine getiren.

3-           Muhsin: Hayatının her anını Allah’ın murakabesi altında bulunuyor olmanın huzuru, özelikle İslam davasına hizmet ve teşkilatla ilgili kendi görevini en iyi şekilde başarmanın şuuru içinde davranabilen.

Gibi çeşitli özel sınıf ve seviyelere ayırdığı gibi, insanların genelde ortak oldukları bir takım “zaafiyet”lerini ve temel psikolojik özelliklerini de haber vermektedir.

“Çünkü zaten insan zayıf yaratılmış (bir takım zaafiyetlere müptela kılınmış)tır. Bu nedenle Allah (cc.) (Ağır yükleri ve ilahi teklifleri) hafifletmeyi irade buyurmaktadır.” [27]

Öyle ise insanları ibadet ve hizmetlerde zora koşmak ve ağır yüklerin altına sokmak, talim ve terbiyede tahammülü aşmak yanlış ve yararsızdır.

Bununla beraber “İnsanlar aşırı rahatlık ve bolluk ortamında şaşırıp şımarmaya, sıkıntı ve zorluk zamanında da Allah’ı hatırlamaya’[28]  başlamaktadır.

Bu nedenle insanların ve özellikle elimiz ve emrimiz altında olanların, daha rahat hareket etmelerini ve kendi kabiliyet ve karakterlerini geliştirmelerini sağlayabilmeleri için yularını biraz uzatmak ve serbest bırakmak gerekli ve yararlı olsa da, onları tamamen başıboş bırakmak azıp sapmalarına yol açacaktır.

“İnsanoğlu kendisine verilen (sıhhat, servet, fazilet ve çeşitli nimetler gibi bir) rahmetin elinden alınması durumunda hemen umutsuzluğa düşer ve nankörlüğe başlar. Bu sıkıntı ve zararın arkasından tekrar sağlık ve selamete, nimet ve fazilete kavuşturulursa, yine sevinmeğe ve öğünmeğe başlar.”[29]  Öyle ise çevremizdeki ve cemaatimizdeki insanlar, bizim vesilemizle ulaştıkları birtakım nimet ve faziletlerin ellerinden alınacağı kanaatine kapılınca, bizden ümitlerini kesecek ve dağılacaklardır. O halde kimsenin ümidini kırmamak lazımdır.

“İnsanların (bir çoğunun) çok zalim ve nankör olduğu”[30]  asla unutulmamalıdır.

“İnsan kendisini (cemaat ve şöhret yönünden, servet ve etiket yüzünden) zengin ve müstağni  görmeğe başlarsa azgınlaşmaya ve baş kaldırmaya”[31] müsait bir yaratılıştadır.

“Kendisini bir damla meniden yaratmış olan Rabbine karşı bile hasım ve rakip olmaya kalkışmaktadır.”[32] Bu bakımdan talebelerimizden, teşkilat üyelerimizden biraz göz dolduran ve başarılı olan tiplerin, şeytanın gururlandırması ve şartların kışkırtması ile bize hasım olabileceği de hesaba katılmalıdır. Hayır ve hizmet yarışına rehber olmalı, ilim ve hikmet artışına zemin hazırlamalı, ama tefrika ve tecavüze karşı tedbir almalıdır.

“Zira insan pek acelecidir. Ve peşin olan dünya nimetlerini ahirete tercih etmekte ve her istediğine hemen kavuşmak istemektedir.”[33] Bu aceleci ve peşinci yapısı yüzünden haram ve hilelere bile düşebilmektedir.

Öyle ise insanların birtakım arzularını tatmin edecek ve ileriye doğru ümitlendirecek şekilde davranmak gerekmektedir. Bazı ham karakterli insanların, bizden ümidinin kesildiği ve menfaatinin bittiği anda, maalesef eski iyiliklerimizin unutulacağı ve hatta karşı tavır takınılacağı sürpriz sayılmamalıdır. Çünkü “gerçekten insanoğlu nankördür.”[34]

Herkesi kendi karakter ve kabiliyetlerine uygun işlerde kullanmak da çok önemlidir. Zaten “herkes ancak kendi mizaç ve meşrebine göre hareket edecektir.”[35] Kimileri cömertlik gerektiren işlerde, kimileri cesaret isteyen yerlerde, kimileri sadakat isteyen hizmetlerde, kimileri de takva ve nefse muhalefet gerektiren faaliyetlerde ve hatta kimileri de safiyet ve teslimiyet gerektiren bazı işlerde tercih edilmelidir.

Bu arada facir ve fasık olduğu halde bazı yararlı marifet ve meziyet sahiplerini bile asla israf etmeyip, uygun yerlerde değerlendirmesini bilmeli, bazı yetenek ve yetkilerini toplumun hizmetine katabilmelidir.

Çünkü “Hayırda israf, israfta da hayır yoktur.” Ve ne yazık ki insanları çoğu cimri ve bencildir. “Allah’ın rahmet hazineleri elinde olsa, yine harcamaktan çekinecektir.”[36] Bu nedenle herkesten maddi yardım ve fedakârlık beklenmemeli, istense bile ısrar edilmemelidir. Bu cimrilikleri yüzünden kaçıp gitmeleri muhtemeldir.

İnsanlarla istişare edilmeli, fikir üretmelerine ve yeni teklif ve tasarılar getirmelerine fırsat verilmeli, onlar konuşurken hürmet ve dikkatle dinlenmeli, ama asla onlarla münakaşa ve mücadeleye girişilmemelidir. Edep ve hikmet ölçüleri içindeki ilmi ve seviyeli münazaralar faydalı olsa da, horoz dövüşüne dönüşen münakaşa ve tartışmalar devamlı husumet ve hasaret getirmektedir. Ama buna rağmen “İnsanoğlunun mücadele ve münakaşaya her şeyden daha çok düşkün”[37] olduğu da bir gerçektir.

İnsanoğlunun sınırsız ve doyumsuz arzularına bu dünyada kavuşmayı umması boşunadır. Çünkü burası hizmet ve ibadet yeridir. Her türlü rahmet ve nimet evi ise cennettir. Bu gerçek bilindiği halde kanaat ve şükür ehli az görülmektedir. Ve “Doğrusu insanoğlu hırslı ve huysuz bir yaratılışa”[38]  sahiptir.

Velhasıl insanoğlunda haset (kıskançlık) vardır. Hatta bu haset damarı, Kabil’de ve Hz. Yusuf’un kardeşlerinde olduğu gibi, bazen hakaret ve hıyanete bile yol açmaktadır. İnsanoğlu sabırsız ve dayanıksızdır. Bu nedenle onların tahammül gücünü zorlamamalıdır. Kıskançlık damarlarını kabartacak davranışlardan sakınmalıdır.

Ve işte bütün bu gerçeklerden şu neticeler ortaya çıkmaktadır:

A-     İnsanlar çoğunlukla:

a-           Akıl ve mantıklarını kullanmazlar

b-           Vicdani kanaatlerine kulak asmazlar

c-            Sorumlu ve şuurlu davranmazlar

B-      Genellikle insanlar:

1-           His ve heyecanlarının peşinde giderler

2-           Ümit ve arzularına göre hareket ederler

3-           Kolay kolay endişe ve korkularından vazgeçemezler

4-           Saplantılarının ve alışkanlıklarının esiridirler.

5-           Nefsanî duygularının güdümündedirler

6-           Peşin lezzet ve menfaatlerinin hizmetindedirler.

C-      Öyle ise:

1-           Hem insanlara bazı gerçekleri tebliğ ederken olsun,

2-           Hem  onlara hizmet ve mesuliyetlerini teklif ederken olsun,

3-           Hem de onları fedakârlık isteyen bazı hedeflere teşvik ederken olsun, sadece ve devamlı insanların akıl ve mantıklarına hitabetmek “aklına yatarsa peşimden gelir ve sözümü yerine getirir” zannetmek yanlıştır ve yanıltıcıdır.

Hâlbuki insanların akıllarına ve vicdanlarına seslenmek yanında, onların

·         His ve heyecanlarına

·         Ümit ve arzularına

·         Endişe ve korkularına ve meşru dairede birtakım zevk ve alışkanlıklarına da hitap etmek ve onları böylece harekete geçirmek lazımdır.

Tarih boyunca bütün peygamberlerin, başarılı olmuş siyasi ve askeri liderlerin, mürşidi kâmillerin ve ilim ve hikmet ehlinin hepsinin, insan psikolojisini bilerek ve bu prensiplere dikkat ederek çeşitli karakter ve kabiliyetteki insanları çok iyi tanıdıkları ve herkesi kendi ayarında idare edip kullandıkları ve özellikle münafıkların şerrinden sakındıkları anlaşılmaktadır.

Bizde bu kitabımızda, hem tarihi süreç içerisindeki hem de günümüzdeki, nifak kokan hareketlere dikkat çekmeği amaçladık.

Doğrular Rabbimizden, yanlışlar nefsimizdendir.



MÜNAFIKLAR VE NİFAK HAREKETLERİ


Münafık: İçi dışına uymayan ve ikiyüzlü davranan kimse demektir. İslam’a bütünüyle inanmadıkları halde inanmış gibi görünenlerdir.[39] Genel vasıfları yalancılık, fesatçılık, hilekârlık ve riyakârlıktır.[40]

Münafıklığı

1- Ameli münafıklık, 

2- İtikadi münafıklık,

Olarak ikiye ayırmak daha münasiptir.  Ameli münafıklık; sahih hadislerde haber verildiği gibi  “Konuşunca yalan katmak, söz verip de durmamak, emanete hıyanette bulunmak ve husumet ettiği zaman hırçınlaşmak” gibi davranışlardır. 

Asıl tehlikeli olan ise itikadi ve imanî münafıklıktır. Bunun da iki önemli alameti vardır:

1- İslam’ın iman ve ibadet kısmını kabul edip, muamelat (hayat ve hâkimiyet) kısmını inkâr veya itiraz ederler... Batıl sistemler içinde yaşamayı İslami düzenlere tercih ederler. İlmi ve insani temellere dayanan barış ve adalet projelerine karşı çıkıp, zalimlerin yönetimde kalmasına taraftarlık gösterirler. 

“Sana indirilen (Kur’an’a) ve senden önce indirilen (kitaplara) inandıklarını iddia edenleri görüyor musun? Onu terk ve inkâr etmeleri emrolundukları halde hala Tağut’un önünde muhakeme olunmak (Batıl ve barbar sistemlerin kurum ve kuralları içinde yaşamak) isterler... Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara Allah’ın indirdiğine (Kur’an hükümlerine) ve Resul’e (Hz. Peygamberin hakemliğine, (onun sünnetine ve sistemine) gelin, denildiği zaman münafıkların (buna karşı çıktıklarını ve) senden uzaklaştıklarını görürsün”[41] ayetleri bunların durumunu haber vermektedir.

2- Bir kısım ibadet ve hizmetleri, özellikle zahmeti az, ganimeti çok, rizikosu küçük, reklâmı büyük işleri yapmak ve ucuz kahramanlığa soyunmakla beraber, zorlu ve rizikolu olan “dini gayret ve hizmet” görevinden kaçar ve devamlı kaytarırlar. 

“Şayet yakın (kolay ve peşin) bir dünya malı (makam ve menfaati) ve ortayollu (zahmetsiz ve külfetsiz) bir sefer (hizmet yolculuğu) söz konusu olsaydı mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Ama (uzun zaman ve zahmet gerektiren) meşakkatli yol, onlara uzak geldi. (Bu yüzden cihada gelmediler)”[42] ayeti de bu gerçeği bildirmektedir. 

Münafıklar kalplerindeki “nifakın oluşma süreci”ne göre de iki kısma ayrılırlar: 

1- Ta başından beri Kur’ani haber ve hükümlere inanmadığı ve gönlü İslam’a ısınmadığı halde, sırf çoğunluktaki Müslümanlarca kınanmamak, dışlanmamak ve bazı makam ve menfaatlerden mahrum kalmamak için mü’min ve Müslüman görünen münafıklar vardır. Bunlar genellikle fasıktırlar. Farz ibadetleri terk eder, kebair günahları bile açıktan işlerler. İslam’ın ahlak ve adaletle ilgili saadet nizamına şiddetle karşı çıkarlar. Bunlar kolay tanındığından fazla zararlı olmazlar.

2- Önceleri samimi Müslüman oldukları ve bir kısım hayırlı hizmetler yaptıkları halde,

Ya sonradan şöhret ve servet arzusuyla,

Yahut kibir ve enaniyet duygusuyla,

Ve ya haset ve hıyanet damarıyla, haktan ve hayırdan uzaklaşıp sapıtan, zalimlerin safına katılan, çeşitli bahanelerle İslami hareket ve hükümetlerin önünü tıkayan münafıklardır.

“Bu şundan dolayıdır. Bunlar (önce) iman etmişler (gerçeği görüp kabullenmişler) ama sonra (dünyalık heves ve hesaplar uğruna bile bile) küfre yönelmiş (ve nifaka girmişler)dir.[43] Ayeti bu gibileri beyan etmektedir.

Birinci sınıftaki münafıkların tersine bunlarda ibadet, dini hizmet, takva ve tarikat gibi zahiri İslamiyet mevcuttur ve hatta sadık ve sade Müslümanlardan daha ileridir. Asıl tehlikeli münafıklar ve tarih boyunca en korkunç tahribatı yapanlar, bu gibilerdir. Ve bunlar çevrelerinde genellikle din adamı ve ilim erbabı bilinmektedir.

Münafıklar kâfirlerden daha eşed ve tehlikelidir. Ancak;

a) “Şüphesiz münafıklar cehennemin en derin (ve çetin) katındadırlar”.[44]

“Allah münafık erkek ve kadınlara ve müşrik erkek ve kadınlara azab edecek”[45] ayetlerden anlaşıldığı gibi cehennemde ve cezalandırmada münafıklar müşriklerden öncedir.

b) “Ey Nebi! Kâfirler ve münafıklarla cihad et”[46] ayetinde emrolunduğu gibi mücadele ve mücahedeye ise, önce açık kâfirlerden başlamak gerekir.


MÜNAFİKUN SURESİ

Medine-i Münevvere’de inmiştir. Münafıkların düşünce ve davranışlarını anlattığı için bu isimle anılmaktadır. Toplam 11 ayetten ibarettir”.

Bismillahirrahmanirrahim

Rahman (İnsan-hayvan, mü’min-münkir ayırmadan dünyada herşeye ve herkese acıyan, ihtiyaçlarını karşılayan, imdatlarına koşan, rızıklandırıp barındıran, mühlet verip hemen cezalandırmayan) ve Rahim (Ahirette ise iman, ibadet, itaat ve cihat ehline özel ikram ve ihsanda bulunacak, suçlarını affedip bağışlayacak ve ebedi rahmet ve cennet evinde mükâfatlandıracak) olan yüce Allah’ın adıyla...

1’nci Ayet: “Münafıklar sana geldikleri zaman “şahitlik ederiz ki sen gerçekten Allah’ın Resulüsün” derler. (Evet) Allah ta bilir ki, sen elbette Onun Resulüsün. (Ama) Allah (cc) hiç şüphesiz o münafıkların yalancı olduklarını da (Biliyor ve) şahitlik ediyor.”

Buradaki “Şehadet” mutlaka görüyor ve kesinlikle biliyormuş gibi sağlam bir inancı ifade etmek için kullanıldığı gibi, yemin manasına da kullanılmıştır. İki yüzlülük ve riyakârlık zaten münafıkların ortak vasfıdır. Her riyakâr münafık olmasa da her münafık mutlaka riyakârdır. Yalan yere yemin etmek, olduğundan başka türlü görünmek, devamlı yaptıkları bir davranıştır. Hz. Peygamber Aleyhisselamın risaletine, onun şeriatına, sünnetine ve hayat sistemine aslında iman etmedikleri, itimat ve itibar göstermedikleri halde hem ganimet ve diğer menfaatlerden yararlanmak, hemde kınanmak ve dışlanmaktan kurtulmak amacıyla böyle yapılmakta ve kendilerini kanıtlamak için de yalan yere yemine başvurulmaktadır.

Zaten münafıklar her yerde ve her dönemde;

a) Mazlumdan ve Haklıdan yana değil, zalim de olsa güçlüden yanadırlar.

b) Gerçeğin ve ahiretin değil, zararlı da olsa çoğunluktan taraftırlar.

c) Hakikatin değil, menfaatin peşinde koşmaktadırlar.

d) Haysiyet, hürriyet ve cesaretten uzak, köle ruhlu ve kolaycılıktır.

Münafıkları tanımak çok büyük bir feraset ve keskin bir basiret gerektirmektedir. Bunlar net ve kesin olarak ancak vahiyle bilinmektedir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) kendilerine Allah (c.c.) tarafından haber verilen münafıkların listesini sahabeden (r.a.) bir iki kişiye söylemiştir.

Hz. Ömer (ra) gibi bir zat dahi bunların çoğunu kestirememiş ve Hz. Huzeyfe’nin tavır ve davranışlarından, öylelerinin münafık olduğunu farketmiştir ki, hatta hayret ve dehşetinden münafıklar listesinde kendisinin de bulunup bulunmadığını soracak kadar telaş göstermiştir.

2’nci Ayet: (Münafıklar) Yeminlerini kalkan yapıp (yalan yeminlerinin ve sahte samimiyetlerinin arkasına sığınıp insanları) Allah yolundan saptırdılar. (İslam’ın hükümran olmasına engel oldular) Doğrusu bu yaptıkları ne kadar kötü bir davranıştır.

3’ncü Ayet: (Böyle davranmaları da) şundandır: Onlar önce iman edip sonra (bile bile) inkâr ettiler. Bu yüzden (artık) kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar (nasihat ve tebligattan da) anlamaz (gerçeği bir türlü kavramaz) ve işledikleri melanetin farkına varamazlar.

Kendilerini haklı ve hayırlı göstermek ve devamlı ıslaha çalıştıklarını söylemek için[47]  en kutsal şeyleri istismardan çekinmez ve yalan yere yemin etmekten sakınmazlar.

Bunlar menfaatlerini ma’bud edinmiş, korkak ve karaktersiz kimseler olduklarından, çöplükte yaşamayı seven mikrop misali çevrelerindeki insanların da sapıtmasını ve yozlaşmasını isterler.

Özellikle önceleri safiyet ve samimiyetle iman edip hayırlı hizmetler yapan, sonradan dünyalık heves ve hesaplar ve bulaştıkları günahlar yüzünden, adım adım nifak ve nankörlüğe sapan kimseler daha tehlikeli ve tahripkâr olurlar. Zira gerçek mü’min rolü oynayarak Müslümanlara yaklaşmaları ve avlamaları daha kolaydır. Ve herkesin kendisi gibi olmasını istemek fıtri bir olaydır ve insan psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu gibiler “Hidayeti(rüşvet)verip dalaleti satın almışlardır. Bu alışverişleri de mutlaka ziyan olacak, artık hidayetten de mahrum kalacaklardır”.[48]  

Bunlar iman ve ihlâs edebiyatı yaparak, ibadet ve hizmet rolü oynayarak, takva ve tarikat tiyatrosu kurarak, keramet ve fazilet gösterileri sunarak, safdil ve gafil insanları peşlerine takar, sonrada bunları kendi şeytanları[49] ve üstatları olan münafıklara ve masonlara satarlar...

Şeytanları (mason locaları) da bu münafıkları, avcıların yabani keklikleri tuzağa çekmek için özel olarak yetiştirip hazırladıkları evcil ve ehil kafes keklikleri gibi kullanırlar.

Önceleri, iman, ihlâs, zikir, fikir, hizmet gayret gösterileri... Ve derken bir sürü cemaat ve menfaat devşirmeleri... Arkasından manevi bir işaret (!) ve tabi oylar masonlara, şeytan hükümet!.. Ve sonunda devamlı artan ve azgınlaşan faiz, fuhuş, işsizlik, fakirlik, zam, zulüm ve devam eden sömürü sistemleri...

4’ncü Ayet: Onları gördüğün zaman cisimleri (gösterişli gövdeleri ve zahiri görünüşleri) hayret ve hoşuna gider. (kalıpları ve kıyafetleri ve zahiri hareketleri olgun ve dolgun bir insana benzer.) Eğer konuşulursa (laf ustası olduklarından)onları dinler (ve bir adam zanneder)sin. Onlar (çizgili yemen kumaşı) giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler. (Asıl) düşman onlardır. (Bu nedenle) onlardan sakın!. Allah kahretsin onları, nasıl da (hak’tan) döndürülüp (Batıl hesabına kullanılıyorlar.)”

Evet münafıklar hem kılık kıyafetlerine hem söz ve hareketlerine çok önem verir ve dikkat ederler. Cerbezeli ve cezbedici konuşma kabiliyeti edinirler. Şekillerine ve sözlerine bakanlar, onları marifet ve meziyet sahibi zannederler. Bu gibileri hal ehli ve hizmet erbabı geçinirler.

“Yemen kumaşı giydirilmiş kütükler” ifadesi bunları ne kadar güzel ve mükemmel anlatmaktadır.

Ayeti kerimede geçen “Huşüb” kurumuş ve içi çürümüş odun ve kütük parçası anlamına[50]  “Müsennede” ise hem duvar gibi bir yere dayandırılmak manasına, hem de çizgili ve kıymetli bir Yemen kumaşından yapılmış elbise manasına gelmektedir.[51]

Yani münafıklar, filizlenme ve meyve verme kabiliyetini kaybetmiş bulunan kuru odunlardan yapılmış ve kıymetli elbiseler giydirilmiş gösterişli heykellere benzetilmektedir...

Bütün amaçları herkese hoş görünmek ve kendilerini beğendirmektir. Bunlar Hakka değil, halka kulluk etmektedir. Ruhları çürümüş, şuurları kirlenmiştir. “Müzebzebine beyne zalik” durumuna düşmüşlerdir. İmanla küfür arasında Hak ile Batıl ortasında şaşkın, kararsız ve çaresizdirler. Hain olduklarından, korkak ve ürkektirler. Devamlı fark edilmek ve bilinmek endişesindedirler. “Müminler ne olduğumuzu anlayacak, din istismarı yaptığımızın farkına varacak, masonlarla gizli görüşmelerimiz ortaya çıkacak ve yandaşlarımız bizi bırakıp ayrılacak, sahte saltanatımız yıkılacak” diye titrerler. Bu nedenle her gürültüyü kendi aleyhlerine sanarak şiddetle tepki gösterir ve “yarası olan gocunur” gerçeğince kendilerini ele verirler...

Asıl tehlikeli düşman bu dindar geçinen münafıklardır. Zira halkı aldatmaları ve peşlerine takmaları daha kolaydır. Özellikle bunlardan sakınmalı ve saf insanlara sahip çıkmalıdır.

Bunlar Allah’ın bedduasına uğramıştır. Çünkü bile bile haktan uzaklaşmışlardır.

“Dünya hayatını ahirete tercih ettiklerinden, hem kendileri ihlâs ve istikametten ayrılmış hem de başkalarını Allah yolundan saptırmışlardır.”[52]

Din istismarları ve sahte saltanatları devem etsin diye kibir ve hilelerinden[53] adil ve insani bir düzenin kurulmasına direkt veya dolaylı karşı çıkmakta ve batıl ve zalim kesimlerle iş birliği yapmaktadırlar.

“İslam’ın yüzde doksan beşi ülkemizde zaten bulunuyor ve yaşanıyor!”gibi safsata ve iftiralarla halkın gayret ruhunu ve devlet şuurunu köreltmeye ve insanımızı Siyonistlere köle etmeğe çalışırlar.

Bunların daha da tehlikelisi, Hak davasının ve has cemaatının içine kadar sızarlar. Hasbelkader en üst yerlere, etkili ve yetkili görevlere kadar yükselirler. Bunların bir kısmı Uhud’a giderken yolda ayrılanlar gibi, bazı vurgunlar yapınca veya umduğunu bulamayınca zamanla ayrılır giderler. Bir takımı ise, sonuna kadar kendilerini gizleyerek ve tabii dava adamı geçinerek nifaklarına devam ederler. Bu gibilerinin en bariz özelliği, sadık ve samimi cihad erlerinin ve çilekeşlerin sivrilmesine ve ileri geçmesine asla fırsat vermezler. “Gerçekleri ortaya çıkınca sahteleri fark edilir” düşüncesiyle yetkilerini de suistimal ederek gerçek ve yetenekli mü’minleri kötüler ve kösteklerler. Hz. Ömer’in (r.a.)bile zor tanıyabildiği bu gibi marazlı mahlûkları seçmek çok yüksek bir feraset gerektirdiğinden, pek az insan bunları fark edebilmekte ve işte asıl bu yüzden onlar da hedef haline gelmektedirler.

“Nasıl da(Haktan)döndürülüyorlar” ayeti bunların bazı güçler ve batıl merkezlerce yönlendirildiklerine işaret etmektedir. Zaten münafıklar genellikle mert ve müstakil hareket edemeyip, müşrik ve mason mahfillerin güdümündedirler.

5’nci Ayet: o(münafıklara)gelin(bu nifak ve tefrikadan vazgeçip tövbe edin) Allah’ın Resulü de sizin için mağfiret dilesin.(Kendinize, çevrenize ve geleceğinize yazık etmeyin) dendiği zaman başlarını dönerler ve görürsün ki kibirlenerek yüz çevirirler.

6’ncı Ayet: “Mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir. (Çünkü vicdanları bozulduğundan ve boş bir gurura kapıldıklarından ve geri dönüşü giderek imkânsızlaşan bir karanlık yola daldıklarından[54] artık davet ve nasihat onlara fayda vermeyecek ve tövbeyi düşünmeyeceklerdir.) Bu nedenle Allah da (cc) onlara asla mağfiret etmeyecektir. Doğrusu Allah (cc) böylesine fasık ve münafık bir topluluğu hidayete erdirmeyecektir.”

Anlaşılıyor ki nifakları katmerleşmiş ve kalpleri katılaşmış insanlara artık nasihat da  kâr  etmemekte ve şeytani bir gururla kendilerini herkesten müstağni görmektedirler. Hatalarını ve nefse uyduklarını kabul ve itiraf etmeyi enaniyetlerine yedirememektedirler..

“Her kim (elindeki imkânları hayır ve hizmet yolunda) verir (ve cömertlik ederse) ve (her türlü küfür ve kötülükten) sakınıp çekinirse ve en güzel (davayı ve daveti) tasdik edip (teslimiyet gösterirse) Ona (insan fıtratına uygun olan cennet ve İslam yolunu) kolaylaştırırız. Her kim de bencillik ve cimrilik eder, kendisini de herkesten üstün ve müstağni (her bakımdan yeterli) görürse ve en güzel (dava ve daveti ) yalanlarda (batıla taraftarlık gösterirse) ona da zor (ve zilletli olan cehennem ve şeytan yolunu) kolaylaştırırız.”[55] Ayetlerinin bildirdiği gibi İslam davasına içeriden veya dışarıdan yaptıkları hıyanetleri ve insanlara hakaretleri yüzünden Allah münafık ve münkirleri kendi şeytanları ve şarlatanlarıyla başbaşa bırakmıştır.

“Kim Rahmanın zikrinden (Kur’an’ın öğütlerinden) yüz çevirirse biz ona bir şeytan bağlarız. Artık onun yakını (ve akıl hocası) şeytandır. O (şeytanlar) bunları Allah yolundan saptırdıkları halde, hala kendilerinin haklı ve hayırlı bir çizgide olduklarını sanmaktadırlar.”[56] Ayeti bunların halini haber vermektedir.

Marazlı ve makyajlı münafıklar her tarafta yayılan yalancı şöhretleri, gurur ve gafletten ileri gelen enaniyetleri, çevrelerinde el bağlayıp dönen insan sürüleri sebebiyle, kendilerini tabulaştırmış ve tanrılaştırmış olmaları yüzünden, artık her haklı ve hayırlı davete burun büker ve yüz çevirirler. Hiçbir kimsenin ve hiçbir cemaatin hizmetine girmek istemezler. Her hususta sadece kendilerini “tek merkez ve merci” kabul ederler... Allah’ın dinine ve davasına zarar verseler de, kendilerine yarar sağlayanları makbul ve mübarek bilirler.

Böylece bile bile fasıklaşan, yozlaşan ve giderek ihlâs ve istikametten uzaklaşan kimselere artık Cenab-ı Hak hidayet etmeyecektir. Ancak bu tür facir ve fasık kimselerin aslında istismar ve suistimal için yaptıkları birtakım hizmet ve hareketlerin, neticede İslami hareketlere ve mümin kesimlere bazı faydalar getirmesi de mümkündür. Efendimizin buyurdukları gibi bu tür din adamları “kendileri yanıp tükenirken çevresini aydınlatan muma benzemektedir.”

“Şüphesiz Allah (cc) bu dini facir ve fasık kimselerle bile kuvvetlendirir.”[57]

“Allahu Teala bu dini, İslam’dan nasibi olmayan bir takım kimseler eliyle teyid ve takviye eder” [58] gibi hadisler de bu gerçeği ifade etmektedir.

7’nci Ayet: O (Münafıklar) öyle kimselerdir ki “Resulullah’ın yanında bulunan (Fakir ve sahipsiz Müslümanlara mali yardımda bulunmayın ki (Çaresizlik ve geçimsizlikten dolayı) dağılıp gitsinler” diyorlar. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat (Ne yazık ki) münafıklar (Bu gerçeğe akılları yatmaz ve) anlamazlar.”

Bu surenin beni Müstalik Gazve’sinde geçen şu olay üzerine indiği bildirilmektedir: Müstalik oğullarının Müslümanlara karşı savaşacaklarını duyan Resulullah (sav), Ordusuyla hareket etti. Sahil tarafında bulunan Kadid nahiyesi civarında Mureysi adlı subaşında Müstalik oğullarını bozguna uğrattı. Hz. Ömer’in atını süren Cahcah adlı bir ücretlisi vardı. Bu Cahcah ile, Avf ibn Hazrec oğullarının emanlısı olan Sinan el Cuheni, kuyu başında, suyu daha önce almak yüzünden kavga ettiler. Cahcah Mekkeli, Sinan ise Medineli idi. Sinan: “Ey ensar!” diye bağırırken Cahcah da: “Ey Muhacirler!” diye bağırıp yardım istediler. Münafıkların başı olan Abdullah ibn Übeyy bin selül Mekke’den gelen Hz. Peygamber (sav) ve arkadaşlarını kasdederek: “Bize gelip sığındılar, barındılar, Şimdi de karşı koymaya başladılar. Vallahi bizim asıl düşmanımız şu Kureyş artıklarıdır. Onlara yemek vermeyin ve yüz göstermeyin ki dağılıp gitsinler. Bunlarla olan durumumuz tıpkı “köpeğini besle ki seni yesin” diyen adamın durumu gibidir. Ama Medine’ye dönersek üstün olan alçak olanı çıkaracaktır” dedi. Henüz küçük bir çocuk olan Zeyd bin Erkam da orada bulunuyordu. Duyduğu bu sözleri gelip Resul-i Ekrem Efendimize haber verdi.

Abdullah İbn Übeyy, sözlerinin Hz. Peygamber tarafından duyulduğunu anlayınca gelip “böyle şeyler demediğine, çocuğun yalan söylediğine” yemin etti. Zeyd ibni Erkam, kendisinin yalancı çıkarılmasına çok içerlerdi. Allah’ın Resulü, orduya hareket emrini verip nihayet Medine’ye geldiklerinde, münafıkların durumunu açıklayan bu sure indi. Abdullah ibn Übey da bu olaydan sonra fazla yaşamadı ve geberdi. Allah’ın Resulü ona kefelenmek üzere kendi gömleğini gönderdiği gibi, gidip cenaze namazını da kıldırdığı rivayet edilmektedir.

Münafıklar bu huyundan bugün de vazgeçmiş değildir. İslami hareketleri başarısızlığa uğratmak ve özellikle dar gelirli kimselerin dağılmasını sağlamak için, her çareyi denemektedirler.

Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, hem aile efradını ve yakınlarını sevindirip İslam’a tam ısınmalarını temin etmek, hem de onu bir adam zannedip peşinden gidenlerin inadını törpülemek ve şerlerini defetmek için münafıkların başı İbni Selül’ün cenazesine gittiği ve gömleğini gönderdiği gibi, bugün İslam davasını omuzlayan şahsiyetlerin de kendileri aleyhine olur olmaz hakaret ve hıyanetleri reva gören ve zalim zihniyetlerin ekmeğine yağ süren çağdaş münafıklara cevap vermeğe tenezzül etmemeleri, hatta taltif etmeleri, büyük bir siyaset ve fazilet örneğidir.

Rakiplerini, kendi ekibine zarar vermeden ustaca saf dışı etmek ve nifak hareketlerini tesirsiz hale getirmek önemli bir marifettir. Asıl dış tehdit ve tehlikelere karşı kullanılması gereken gücümüzü, içteki çekişmelerle tüketmek doğru değildir.

8’nci Ayet: “münafıklar “şayet Medine’ye dönersek güçlü ve şerefli olanlar, zayıf ve zelil olanları mutlaka çıkaracak ve dışarı atacaktır” diyorlardı. (Hâlbuki) izzet ancak Allah’a Resulüne ve müminlere aittir. Fakat münafıklar maalesef bunu bilmez ve akıl erdirmezler”.

Her asırda, makam ve menfaat aşkıyla hak davaya katılan ve vitrinlik adam kıtlığında bazı mertebelere ulaşan ve cahiliye gururuyla üstünlük taslayan malum ve münafık tipler, sadakat ve hizmet ehlini devamlı horlamağa ve dışlamaya çalışmışlardır. Kendileri gibi beceriksiz ve bereketsiz kimselerin öne çıkmasını, marifet ve meziyet sahiplerinin ise uzak kalmasını arzulamışlardır.

Hatta bazen, dava adamı görünerek ve daha iyi hizmet vermek bahanesiyle, hasta tipleri gizlice örgütlemek ve fırsat buldukça zarar vermek üzere Mescid-i Dırar tipi faaliyetlere başvurulmaktadır.

Şöyle ki, meşhur münafık İbni Selül’ün yakın adamlarından Ebu Amir adında bir rahip vardı. İbni Selül, Hicretten önce Medine’de siyasi liderliğe, Ebu Amir ise manevi önderliğe hazırlanmaktaydı. Müslümanlar Medine’de güçlenince hayalleri suya düşen İbni Selül ile Ebu Amir, büyük bir ihtimalle anlaşmışlardı. İbni Selül Müslüman görünüp Medine’de kalacak, Ebu Amir ise Mekke’ye kaçıp müşriklere sığınacak, böylece biri içeriden öteki dışarıdan İslam’ı yıpratmaya ve yıkmaya çalışacaklardı.

Hz. Peygamber (sav) Mekke’yi fethedip müşrik düzenini devirince Ebu Amir Taif’e sığınmış, Huneyn bozgunundan sonra da Şam’a kaçmıştı.

İşte bu Ebu Amir, İslam’ın hızlı yayılışından endişeye kapılan ve zamanın Amerikası sayılan Bizans Kayserinin de özel yardımıyla ve Hayber’den kovulan Yahudilerin de kışkırtmasıyla kurulan bir ordunun gelip Medine’ye saldırmasına zemin hazırlamak üzere Dırar Mescidinin yapılmasına öncülük etmiş, kendisinin de bu mescide tayin edilmesini istemiş ve bu emeline kavuşmadan ölüp gitmişti. Ancak bu hevesi bazı münafıklar devam ettirmiş ve Şam yolu üzerinde ve Medine dışında bir yerde bir mescit inşa etmişlerdi. Bu şeytani girişimlerine resmiyet kazandırmak için de Efendimiz’e müracaat edip teberrüken gelip bir namaz kılmalarını rica etmişlerdi. Efendimiz (sav)’in namaz kıldırmasıyla mescit meşruiyet kazanmış olacaktı. Tebük seferi hazırlıklarıyla meşgul olan Efendimiz (sav) bu isteklerini ertelemişti.

Tebük Seferi dönüşünde ise Mescid-i Dırarla ilgili şu ayetler inmiş ve Resulullah’ın talimatıyla bu hıyanet merkezi yıkılıp tahrib edilmişti. Bu arsa halen Medine çöplüğü olarak kullanılmaktadır.

“Küfür (ve kötülük niyetiyle ve İslam’a) zarar vermek (gayretiyle) ve mü’minlerin arasına tefrika sokup bölmek için (daha) önceden Allah ve Resulüyle savaşmış olan (kimselerin gelişini) gözetlemek üzere mescit edinenler ve “Biz bununla iyilik ve hizmetten başka bir şey amaçlamadık” diye yemin edenler vardır. Oysa Allah şahittir ki onlar yalancıdır. Orada asla namaz kılma. Ta ilk günden beri takva üzerine kurulan mescit, içinde namaz kılmaya elbette daha layıktır. Zira Onun içinde (günah ve kötülükten) temizlenmeyi seven erkekler vardır. Muhakkak ki Allah ta (ruhen) temizlenenleri sever.”[59]

Bu hadiseden ve ilgili ayetlerden, bugün için de alınacak çok önemli dersler vardır:

1. O gün Tebük seferinde olduğu gibi cihat mesuliyetinden devamlı kaçan ve kaytaran tipler şeytani amaçlar için yeni mescitler inşa ettikleri gibi, bugün de teşkilat disiplininden ve cihat vazifesinden uzak, başıboş kimseler yine nefsanî hesaplar uğruna ayrı hizipler icat etmektedirler.

2. O günkü münafıklar, güya uzaklık sebebiyle Kuba Mescidine gidemeyen kimseleri “cemaat sevabından mahrum etmemek, Kur’an öğretmek ve zikir çektirmek” gibi gerekçelerle nifak merkezleri açtıkları gibi, bugün de yine daha iyi dini hizmet ve İslami gayret perdesi ve bahanesi altında cemaat parçalanıp bölünmektedir.

3. Mescid-i Dırarı kuranlar, Müslümanların bir kısmını Hz. Peygamberin denetim ve gözetiminden uzaklaştırmak ve İslam vücudu içinde, merkezden bağımsız urlar ve unsurlar oluşturmak için böyle hareket etmektedirler. Bugün de zahirde bizim içimizde ve çizgimizde görünerek, ama biat, itaat ve irtibat ölçülerini tepeleyerek cemaat bütünlüğümüz bozulmak istenmektedir.

4. O gün Hz. Peygamber’in (sav) otoritesine ve Mescid-i Nebinin genel merkezliğine karşı yeni fitne odakları hazırlandığı gibi, bugün de lidere ve karargâha karşı rakip birey ve birimler oluşturmak hedeflenmektedir.

5. O günkü Mescid-i Dırar olayını süper güçler, Yahudi merkezler ve münafık çevreler, birlikte planladığı gibi, bugün de İslami hareketleri içten yıpratmaya ve yozlaştırmaya yönelik hareketlerin de dış güçler ve masonik merkezlerce desteklendiği ibretle görülmektedir.

6. ”Orada asla namaza durma” ikazından anlıyoruz ki, Liderimize ve Genel Merkezimize rağmen ortaya çıkan ama zahirde bizi savunuyor gibi davrananlara asla ilgi ve iltifat göstermemek gerekmektedir. Ve tabi bu tür nifak ve fesat girişimlerinin bazı zarar ve zayiatlar vermekle beraber, başarıya ulaşamayacağı da bir gerçektir. Zira:

7. ”Yapısını, Allah’tan korku ve rıza-i İlahi üzerine kuran mı daha hayırlıdır. Yoksa binasını bir heyelanın kenarına kurup onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah zalimler topluluğunu asla hidayete ulaştırmaz.

8. Yaptıkları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olarak kalacak (onlar için pişmanlık ve rüsvalık sebebi olacak)tır. Allah (cc) (her şeyi hakkıyla) bilendir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.”[60]

9’ncu Ayet: “Ey iman edenler (sakın mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan (ibadet ve cihattan) alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğramıştır.

10’ncu Ayet: Biriniz kendisine ölüm gelip de “Rabbim (ne olursun) beni (hiç değilse) yakın ve kısa bir süreye kadar (ecelimi) erteleseydin de (senin rızan için) sadaka verip sadıklardan ve salihlerden olsaydım” diye (yalvaracağı ve duasının kabul olunmayacağı gün gelmeden) önce size verdiğimiz rızıktan (ve her türlü imkânlardan hayır ve hizmet yolunda) harcayın”.

11’nci Ayet: “Zira Allah (cc) süresi dolan hiçbir kimseyi ertelemez (ve yeni mühlet vermez) Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”

Bu son ayetlerin münafıklar suresinin sonuna gelmesi hem makam ve menfaat uğruna, hem dünya malı kazanmak sevdasına ve hem de evladü iyalimizin ihtiyacı ve istikbali hatırına, Allah’ın emir ve yasaklarını unutarak haram ve hileye başvurmanın, haksız ve hayırsız kazanç yollarına bulaşmanın ve bu maksatla ibadet ve hizmetleri terketmeye kalkışmanın büyük bir hata ve hıyanet olacağını hatırlatmak içindir. Hem de evlat ve menfaat hatırına Allah’ı unutarak harama yanaşanların ve aldıkları kemik karşılığı zalimleri alkışlayanların ve de imkân ve fırsatlarını Allah yolunda kullanmayanların adım adım münafıklığa kayacaklarını ve sonunda pişman ve perişan olacaklarını anlatmak içindir.

Zarar Mescit’leri Ve Münafıklık Merkezleri

Bismillahirrahmanirrahim

1- “(Haktan kopan ve dünyaya tapan)“Onlara deki: Dilediğinizi yapın (Nefsinizin ve Şeytani güçlerin emrinde çalışın) Yakında Allah, Resulü ve (Hak davada sebat eden sadık) müminler amelinizi (hıyanet ve hakaretlerin sizi hangi akıbet ve rezaletlere sürükleyeceğini dünyada) gösterecektir. Daha sonra da (zaten) gaybı da hazır olanı da bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmış olduğunuzu haber verecek (ve hesaba çekecek)tir.”

2- “(Müslümanlara ve Hak dava mensuplarına) zarar vermek (ve zayıflatmak), Küfrü ve (ve nifak cephesinin gücünü) artırmak, müminlerin (Hakka ve hayra hizmet cemaatinin) arasını açmak ve daha önce (başından beri) Allah’a ve Resulüne (Hak dine ve Adalet düzenine) karşı (açıkça) savaş açmış kimselerin (müşrik ve Masonik kesimlerin) desteğini gözetleyip (onlardan makam, menfaat ve madalya ummak) için (ayrı) bir mescit (yeni bir merkez, mezhep (Hizip-parti) meslek) Kuranlar da var ki:

“(Biz bu yeni hizbi ve hareketi) yaparken; iyi ve güzel gayretlerden (ve hayırlı hizmetlerden) başka bir şey amaçlamadık” diye (yalan yere) yemin edeceklerdir.

Oysa Allah, kesinlikle biliyor (ve haber veriyor ki) onlar (yamuklaşmış ve İslam düşmanlarına yanaşmış) yalancılardır.”

3- “(Ey Resulüm, sen ve kıyamete kadar sadık ümmetin) orada (İslami hareketi yaralamak ve düşmana yaranmak üzere kurulan mescitte), sakın ve asla namaza durma! (Ayrılık ve münafıklık merkezine, mezhebine ve partisine katılma!)

İlk gününden (ve temelinden) itibaren takva (ve hak dava) üzerine kurulan (ve bu farkını ve faziletini koruyan) mescit (ve karargâh merkezinde ibadet ve hizmet niyetiyle sağlam ve sadık dimdik ayakta) durmak (imana ve insanlığa) daha layıktır. (Çünkü) orada (ruhen ve ahlaken) temizlenmeyi (Allah’ın rızasına ve rıdvanına erişmeyi) seven (Adalet düzeninin hâkimiyetini gönülden isteyen mert ve metin) adamlar vardır. Allah ta, (küfürden, kötülükten ve nankörlükten) temizlenenleri elbette sever”[61]


MÜNAFIKLARI TANIMAK

VE

TEDBİRLİ DAVRANMAK GEREĞİ


“Elâ” birçok ayet ve hadislerde çok önemli emir ve haberlerden önce zikredilen bir ünlem ve uyarı edatıdır.

“Elâ” edatı: Dikkatli olun! Uyanık bulunun! Gözünüzü açın! Anlamaya çalışın! Gafletten sakının! Bakar-Kör olmaktan, bilip unutmaktan, duyup anlamamaktan, kurtulun!.. anlamındadır.

“Önem verin, iyi dinleyin, tedbirli hareket edin” manalarını da içeren “Elâ” edatıyla, Kur’an her halde, her yerde ve her meselede mutlaka “DİKKATLİ” olmamız ve hayat boyu devamlı mayınlı bir tarlada yürüyor gibi uyanık ve tedbirli davranmamız gerektiğini bizlere ikaz buyurmaktadır.

Çünkü insi ve cinni şeytanlar, her an yolumuz üzerine gizli ve tehlikeli mayınlar döşeyip durmaktadır. Gafil bir anımız, yanlış bir adımımız bizlere pahalıya mal olacaktır.

Her yerde, Allah’ın murakabesi altında bulunmanın, her halde imtihan ediliyor olmanın verdiği bir şuur ve huzurla hareket etmek mecburiyetimiz vardır. Zira her işlenen günah cehenneme açılan bir kapıdır ve düşülen her gaflet sonunda bir hıyanete neden olmaktadır. Bu bakımdan, önce kendimizi ve yakın çevremizi, sonra da dinimiz ve dünyamızla ilgili herkesi, mutlaka Kur’an’ın terazisinde tartmamız lazımdır.

Bu nedenle Fatiha’dan sonra Kur’an üç tip insanı tanıtarak başlamaktadır.

Bakara suresinin ilk beş ayetinde müminlerin beş özelliği anlatılmakta, arkasından 2 ayette kâfirler tanıtılmakta, bundan sonraki tam 13 (on üç) ayette ise münafıkların huyları ve hususiyetleri sıralanmaktadır.

Öyle ise:

A-     Mümin’lere ait olan :

1- Muttaki olmak (gizli açık günah ve kötülükten sakınmak)

2- Gayba ve maneviyata inanmak,

3- Namazı gereği gibi kılmak,

4- Helal kazancından infakta bulunmak,

5- Kur’an’a ve önceki kitaplara inanmak ve hükümlerini uygulamak,

6- Ahirete ve hesaba çekileceğine kesin kanaat taşımak, gibi olumlu ve onurlu sıfatları ne kadar taşıyoruz?

B- KAFİR’lere ait olan:

1- Cansız kütükler gibi kendisine ikaz ve irşat asla tesir etmemek ve tamamen nefsanî ve hayvani bir hayatı sürdürmek,

2- Kalpleri ve kulakları mühürlenmiş (gibi nasihat dinlememek)

3- Gözlerine perde çekilmiş (gibi gerçekleri görmemek) şeklindeki kötü ve kâfir sıfatlara da ara sıra nefsimizde rastlıyor muyuz?

C- MÜNAFIK’lara ait olan:

1- Kur’an hükümlerine, ahiret ve hesap gününe İslam’ın hâkimiyetine ve hükümetine gerçekten inanmadığı ve arzulamadığı halde “inandım” demek ve “Müslüman” geçinmek.

2- Kendi aklınca Allah’ı ve müminleri aldatmaya yeltenmek ve olduğundan başka türlü görünmek.

3- Kalplerinde “münafıklık, riyakârlık, sahtekârlık, menfaatçılık, istismarcılık ve yalancılık” gibi marazları beslemek,

4- ”Halkı ıslah ve irşat ediyoruz” görünerek zalim yönetimleri desteklemek ve İslam cephesini zayıflatmak suretiyle ortalığı fesada vermek.

5- Saf ve sade Müslümanlar gibi inanmayı ve yaşamayı nefsine yediremeyip kendilerini farklı ve faziletli zannetmek ve “evliyaullah” “mehdi-i zaman” gibi asılsız reklâmlarla övünmek. Kürsülerde, gazete köşelerinde, miting yerlerinde, Televizyon sahnelerinde Müslümanların karşısına çıktıklarında “Biz de sizdeniz, inanmış kimseleriz ve hatta “hayatımızı sizlere feda etmişiz” deyip, ama mason patronlarıyla başbaşa kalınca da “Biz asıl sizinle beraberiz. Her halinizi hoş görmekteyiz. Müslümanlarla ve milli şuura sahip olanlarla sadece dalga geçmekte ve onları idare etmekteyiz!” demek

6- İslami cepheyi parçalamak ve zayıflatmak için “dindar ve İslamcı rolüne girmekteyiz” demek,

7- Ve bu şekilde bile bile hidayeti verip dalaleti satın almak, ahireti tepeleyip dünyayı tercih etmek. Dinini ve davasını istismar ve geçim davası haline getirmek.

8- Böylece dindarlık ve dine hizmetkârlık rolüyle mum misali çevrelerini aydınlatırken kendileri yanıp tükenmek gibi ikiyüzlü, iğreti ve iğrenç durumlara da düşüyor muyuz?

Ve hele bugünkü Firavunları, Karunları, Hamanları, Bel’amları ve özellikle içimizdeki İbn-i Selül’leri, İbn-i Sebe’leri yani çağdaş münafıkları tanıyor muyuz? Böylelerinin bugün de mevcudiyetine ve bunları tanımamız gerektiğine inanıyor muyuz? Hâlbuki maalesef bugünkü İbn-i Selüllerin ve İbn-i Sebelerin de safdil ve gafil Müslümanlarca “mübarek, muhterem ve muttaki” kimseler olarak tanındığını biliyor muyuz?

Öyle ise dikkatli olalım. Ve “Ela” diye başlayan ayetleri birlikte okuyalım:

“Gözünüzü açın ve anlamaya çalışın ki, göklerde ve yerde ne varsa Hepsi Allah’ındır. (Öyle ise aklı ve imanı olanlar her arzusunu ona sunmalıdır) Ve o sizin hangi hal üzerinde olduğumuzu bilip durmaktadır” [62]

“(o halde) Allah’tan başka ortaklara tapanlar (putlardan ve tağutlardan ve süper Firavun’lardan medet umanlar) aslında boş hayallere kapılıyorlar! Ve sadece zanlarına ve kuruntularına tabi oluyorlar ve saçmalıyorlar”[63]

“(Hâlbuki) Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

(Öyle ise)dikkat edin ve kesinlikle bilin!, Allah’ın laneti böylesi zalimlerin üzerinedir ki, bunlar (insanları) Allah’ın yolundan (şeriat ve cihat şuurundan) uzaklaştıran ve İslam’ı (nefsi arzularına göre) eğriltmeye (ve eksik öğretmeye) çalışan kimselerdir. (Bunlar çevresinde mübarek ve muhterem bilinseler de gerçekte) Ahirete (ve hesaba çekilmeye de) iman etmeyenlerdir.” (Zira hakikaten iman etmiş olsalardı şeriatı lüzumsuz saymaz cihadı unutturmaz ve dinsizlerle işbirliğine yanaşmazlardı)[64]

“Aman dikkatli olun ve uyanık bulunun! Bunlar Rablerine kavuşmak hususunda da şüphe ve tereddüt içindedirler. (Kesin ve yakın bir iman sahibi değillerdirler. Yaptıkları yanlarına kar kalacak zannederler). Ama mutlaka bilesiniz ki, o (Allah) her şeyi kuşatmış vaziyettedir.”[65]

“Gafleti bırakın ve artık anlayın ki, halis din, yalnız Allah’ındır. O’nu (Kur’an’ın açık hükmünü ve Allah’ın resulünü) bırakıp kendilerine bir (takım batıl zihniyetli şahsiyetleri) evliyalar (dostlar, liderler) edinenler: “Onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tabi oluyoruz (Bu yüzden hürmet, hizmet ve ibadet ediyoruz) derler. (Oysa bu evliya bilinen bazı münafık ve marazlı tipler kendilerini adım adım Allah’tan ve İslam’dan uzaklaştırmakta, şeriattan çevirip şeytana yönlendirmektedir)[66]

“(Ve böylesi tipler cemaatlerine cihatsız ve şeriatsız cennet vaad etmektedir.) Küfür ve zulüm düzeni himayesinde İslami takva hayatının yaşanacağını söylemektedir. Siyaset ve devlet işlerine karışmayı ve adil bir nizam için çalışmayı fitne çıkarmak şeklinde göstermektedir.

“Ama siz bunları boş verin ve kesinlikle bilin ve bekleyin ki Allah’ın yardımı yakındır”[67]

“Ve o gün mü’minler Ferahlanıp sevineceklerdir.”[68]

O halde Ey mü’minler! “Ela” hitabına ve ikazına kulak asın!.. Aklınızı kullanın! Devamlı teyakkuz (uyanık) halde kalın! Aman dikkati ve tedbiri elden bırakmayın!.. Gaflete dalmayın ve sakın çağdaş münafıklara kanmayın!.. Din istismarcılarına ve dava marazlılarına aldanmayın!..

Ve bu konuyu her cümlesi “Elaa” ikazıyla başlayan bir hadis-i şerifle bitirelim:

“Dikkat edin ve kesinlikle bilin ki, her sultanın bir korusu olduğu gibi Allah’ın korusu da haram ettiği şeylerdir.

Aman gözünüzü açın ve anlamaya çalışın! Cesedin içinde bir et parçası vardır ki, o iyi ve istikamette olursa bütün vücut felah bulur ve ıslah olur. O fesada uğrarsa bütün vücut bozulur.

İşte dikkatli olun ve uyanık bulunun ki o et parçası kalptir.”[69] (Yani kalbin durması, kanın vücuda dağılmasını önleyeceğinden cesedin ölümüne sebep olduğu gibi, insan vicdanının ve ahlakının bozulması da insanın manevi hayatını çürütecektir) 

Evet, münafıklık manevi bir hastalıktır. Nifak ise, kalplerin ve ruhun “yalan, haram, riya, kibir, enaniyet, haset, hıyanet, şehvet ve şöhret” gibi çeşitli mikroplar sonucu marazlanması, “iman ve ihlâs” özünden mahrum kalması, ama bu durumu dışarıya yansıtmayıp içinde saklayarak, mü’min ve muttaki rolünü oynamasıdır.

Aslında her birimizin zaman zaman “acaba bende de münafıklık amelleri ve nifak alametleri var mı?” diye sormamız ve varsa bu mikroplar maraza dönüşmeden çaresine bakmamız ve kurtulmamız lazımdır.

Kur’an’ın Bakara suresinde 3 türlü insanı tanıtarak başlaması da hikmete dayanmaktadır. İlk beş ayette mü’minlerin, ardından 2 ayette kâfirlerin daha sonraki on dört ayette ise münafıkların özellikleri anlatılmaktadır.

Hem kendi nefsimizi tartmak, bu sıfatların bizde olup olmadığına bakmak, hem de çevremizdeki ve ülkemizdeki insanları daha iyi tanımak için bu ayetler ölçü olarak kullanılmalıdır. Zaten Ku’ran’ın üç türlü insanı tanıtarak başlaması da bu maksatladır.

Öyle ise mü’mini tanımak için diyelim ki beş dakika, kâfirleri tanımak için 2 dakika düşünmemiz gerekirken, münafığı tanımak için on beş dakika düşünmemize ihtiyaç duyulacaktır. İşte bu Kur’ani gerçeklere dayanarak:

a)      İnsan ilişkilerinde ve sosyal hayatta:

1- Konuşunca yalan katmak,

2- Verdiği sözde durmamak,

3- Emanete hıyanette bulunmak.

b)      Namaz hususunda:

1- İsteksiz ve tembel davranmak,

2- Baştan savma ve angarya iş gibi kılmak,

3- Huzurundan ve manasından gafil olmak.

c)       Dini hizmet ve gayret konusunda:

1- Teşkilatı ve Cemaatı tanımamak ve takmamak,

2- Görev ve sorumluluk almamak,

3- Maddi ve bedeni fedakârlıktan kaçınmak,

4- Ortalığı karıştırmak, fitne çıkarmak,

5- Davasını şahsi hesaplarına araç ve basamak yapmak.

d)      Sistem ve siyaset sahasında:

1- Hakk’ın değil batılın safında yer almak,

2- Haklıdan değil, güçlüden yana olmak,

3- Toplumun değil şahsının ve grubunun çıkarlarını kollamak,

4- Her tarafı idare etmeye kalkışmak.

Gibi durum ve davranışlar münafıklık alameti sayılmaktadır. Öyle ise, hem böylesi düşüncelerden, hem de bu tür kişilerden mutlaka sakınmalıdır. Zira kanın bazı organlara ulaşmaması kangrene yol açtığı gibi, imanın bazı düşünce ve davranışlara yansımaması da giderek “münafıklık marazına” yol açmaktadır.

Münafıklık, genellikle, ya Hak bir dinin başarıya yaklaştığı ve artık gelecek vaadetmeye başladığı bir dönemde ortaya çıkmaktadır.

Veya adalet nizamını hakim kılmak üzere ve teşkilat disiplini içerisinde kurulan, haklı ve hayırlı bir davanın, zor dönemleri ve engelleri aşıp belirli bir güce ulaştığı ve artık dünyalık makam ve menfaatlerin nefisleri iştahlandırdığı bir devresinde giderek çoğalmaktadır.

Birincileri, “din münafıkları” ikincileri ise “dava marazlıları” şeklinde belli olmaktadır.

Bazıları da, başında kısa vadeli hevesler ve iyi niyetlerle hayırlı hizmetlere katılsa da, bu his ve heyecan dönemi geçtikten sonra, giderek yozlaşmakta, mikrop kapıp marazlanmakta ve maalesef fesat kumkumasına katılmaktadır.

Münafıkların hiç değişmeyen ve kendilerini ele veren ortak özellikleri şudur: Mü’min, kâfir herkesi ve hatta birbirleriyle mücadele veren kesimleri bile idare etmeye kalkışmaları ve bunu bir açıkgözlülük saymalarıdır. Böylece sonunda hangi taraf kazanırsa kazansın, karlı çıkacaklarını ve hiçbir riske girmeden ganimetten pay alacaklarını ummalarıdır. Hâlbuki bu ikiyüzlü davranışlarıyla hiçbir tarafa yaranamayacaklar, sahte ve samimiyetsiz tavırları yüzünden, sonunda anlaşılacak ve ortada kalacaklardır.

“Münafıklar (kâfirlerle Müslümanlar) arasında bocalayıp durmaktadırlar. Ne o tarafa (tam bağlanırlar) ne de bu tarafa (yaranırlar). Allah’ın (kötü niyetleri ve bozuk tıynetleri sebebiyle) şaşırttığı kimselere (çıkar bir yol) bulamazsın.[70]

“Bu münafıklar mü’minlerle karşılaşınca “Biz iman etmişiz” derler. Ama şeytanları (mason elebaşları) ile yalnız kalınca “Biz (aslında) sizinle beraberiz”, (İslam’ı yaşamaya ve hakim kılmaya çalışan) mü’minleri (sadece idare ediyor ve) onlarla eğleniyor ve oyalıyoruz! derler”[71] ayetleri bu durumu anlatmaktadır.

Feraset sahibi mü’minler bunların münafıklığını fark edince de (Biz sadece iyilik etmek ve iki tarafı barıştırmak için) arayı bulmak istemiştik diye yemin ederler.[72]

“Biz ancak ıslah edicileriz diye yalan söylerler”[73]

Hâlbuki onlar adalet nizamını kurmaya çalışan ve bu maksatla şartlarına uygun hizmet teşkilatını oluşturan “mü’minleri bırakıp (İslam ve insanlık düşmanı) kâfirlerin yanında izzet (şöhret ve servet) arayışı içindedirler.[74]

Dini ve davası yolunda her türlü fedakârlığa koşuşan mücahid mü’minler için “Bunları dinleri aldatmış, bunlar şaşırmış ve şımarmış” diye hayret ve hayranlık gösterirler.[75]

Bunlar küfre ve süper güçlere karşı zafer bulacakmış!.. Hakkı yeryüzüne hakim kılacaklarmış! Diye mesela milli ve yerli görüşü savunan mü’minlerle hem gizli alay ederler hem de utanmadan “Biz de (sizlerdeniz... İnanmış kimseleriz) diye geçinirler.

Bu laçka ve laubali tavırlara niçin girdikleri sorulduğunda ise:

“Biz sadece öyle lafa dalmış şakalaşıyorduk” şeklinde cevap verirler. De ki, siz Allah ile onun ayetleriyle ve O’nun peygamberiyle mi alay ediyorsunuz? (Çünkü zaferi vaadeden Cenab-ı Hakk’tır.[76]

“Bu münafıklar (çoğu) Kitap ehlinden (Yahudi ve Hıristiyan kökenli) olan (mason) dostlarına (kimse sizi bu ülkeden çıkaramaz ve faizci sömürü saltanatınızı yıkamaz. Biz sizin arkanızdayız ve adalet düzeni getirmek isteyenlere karşı sizin yanınızdayız. Korkmayın) Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız ve sizin aleyhinize karşı asla hiç kimseye uymayız! Eğer (adalet düzeni kuranlara karşı herhangi bir mücadeleye ve) savaşa tutuşursanız, mutlaka size yardım ederiz?” diyecek kadar alçalır.[77]

Ve bu münafıkların şuurlu ve onurlu müminlere karşı (dışarı vurmayıp kendi içlerinde) duydukları korku, Allah korkularından daha fazladır. İşte münafıklar bu kadar da ahmaktır.[78]

Hakk’ı hakim kılmak üzere kurulan cemaat ve teşkilata ve onun başındaki insana karşı “tüm münafık kesimler ortak tavır alırlar. Onu yıpratmaya ve yıkmaya çalışırlar. Bunlar zahirde derli toplu ve birlik-beraberlik halinde görünseler de aslında kalpleri darmadağınıktır. (Aralarında ciddi ve gerçek bir sevgi ve samimiyet bulunmamaktadır.)[79]

Sadece din istismarlarına ve sahte saltanatlarına son vereceğinden korktukları için “milli hareketlere ve liderine karşı ortak hareket etme mecburiyeti” onları bir araya toplamaktadır. Yani imanları ve ihlâsları değil, dünyevi ihtiyaç ve ihtirasları onları işbirliğine zorlamaktadır.

Peki, çoğu kez muttaki ve muhterem rolüyle ortaya çıkan ve yukarıdaki Kur’an ayetleriyle alametleri açıkça anlaşılan bu münafıklar marazlarını ve mikroplarını yaymaya ve İslami hareketin önünü tıkamaya çalışırken, ey dava ehli mü’minler!

“Ya size ne oluyor ki münafıklar hakkında iki gruba ayrılmaktasınız?!.. (Bir kısmınız hala bu münafıklara arka çıkmakta, onlara hürmet ve muhabbet taşımaktasınız.)

Hâlbuki Allah (cc) onları, kendi ettikleri (kötü niyetleri ve hıyanetleri) yüzünden baş aşağı etmiş (ve şeriat düşmanlarını destekleyecek dereceye indirmiş)tir.

Yoksa siz, Allah’ın saptırdığını, hidayete erdirmek (ve hatta evliya gibi göstermek) mi istiyorsunuz?”[80]

Bekleyin, yakında her şeyi öğrenecek ve gerçeği göreceksiniz!.

Ve unutmayınız ki:

Haksızlıklar karşısında susmak, hadiste “dilsiz şeytanlık” olarak tanımlanmış ve münafıklık alameti sayılmıştır.

Ağzı salyalı soytarılar, sokaklara dökülüp, “Kahrolsun şeriat” diye imanımıza ve Kur’an’ımıza saldırırken, Diyanet kurmaylarının, İlahiyat hocalarının, dini meşrep baronlarının sessiz ve tepkisiz kalması ise bilmem ki hangi hikmete dayandırılacaktır?

Yoksa bütün bunları hayra yormamız ve hoş görmemiz mi tavsiye olunacaktır?

Başka zaman “asıl Müslüman biziz. Bu din filanların tekelinde değildir!” diyenler, haydi artık, Müslümanlığınızı isbat etme zamanıdır...

Peki münafıklara karşı nasıl davranacağız?

Bu münafıklar devri Adem’den ve özellikle asrı saadetten beri her dönemdeki İslam toplulukları içinde mutlaka var olagelen ve kendilerini gizlemeyi ve duruma göre hareket etmeyi çok iyi beceren, benlik güden, bilgiç geçinen, bencil, beleşçi ve iki yüzlü tiplerdir.

Bunlarla “mudara”edilir. Yani zahiren iyi geçinmeye ve idare edilmeye gayret gösterilir. Şerlerini defetmek için dikkatli ve tedbirli hareket edilir.

Ancak bunlarla tartışma ve taarruz gerekmez. Yani münafıklara karşı açıkça mücadele edilmez. Çünkü zahiren Müslüman görünmekte ve pek çok insan tarafından öyle bilinmektedir. Bu bakımdan münafıklara kâfir ve açık düşman muamelesi gösterilmez.

Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz neden münafıkları küfürle suçlamamıştır? Neden münafıklar açığa vurulmamış ve dışlanmamıştır? Sorularının cevabına geçmeden önce münafıkların bazı genel özelliklerini tekrar hatırlatalım:

Ameli münafıklık alameti olan “Konuşmalarına yalan katmak, verdiği sözde durmamak, emanete hıyanette bulunmak” gibi davranış bozukluklarından ziyade, asıl itikadi münafıklık çok daha tehlikelidir. İtikadi münafıklığın belirtileri ise şunlardır:

1- İslam’ın ibadet ve ahlak (muaşeret) kısmına razı olup özellikle adalet ve muamelat hükümlerini lüzumsuz saymak... Adil bir düzen gayesi taşımamak ve bu yoldaki gayretlere karşı çıkmak.

“İslam’ın yüzde doksan beşi zaten mevcuttur. Geri kalan kısmı ise o kadar önemli değildir.” düşüncesini yaymak. Zalim dünya düzeni ve Deccalizmle uyuşuk yaşamak...[81]

2- Hak hakim olsun diye yapılan cihat hizmetlerine katılmayıp, risksiz ve zahmetsiz ibadetlerle uğraşmak ve sonunda kazanan tarafa yanaşıp makam ve menfaat koparmak.[82]

3- ”Müslümanlar zaif ve kimsesizdir. Dönem ve durum aleyhimizedir. İmkân ve iktidar batılı güçlerin elindedir.” diyerek mason siyasilerle birlik olmak.[83]

4- Yahudi ve Hıristiyanlara hoş görünmeyi, mason ve münafıklar tarafından övülmeyi, sağcı-solcu herkes tarafından sevilmeyi ve saygı görmeyi büyük marifet sanmak. Hâlbuki Siyonist Yahudilerin ve emperyalist Hıristiyanların ve onların uşağı olan masonların dinlerine ve düzenlerine uymadıkça ve milli menfaatlerine yaramadıkça, onlar asla bizden razı olmayacaklardır.[84]

5- Sözlerine, kıyafetlerine ve zahir görünüşlerine aşırı dikkat gösterip, suni ve sahte davranışlarla takva ve tarafsızlık numarası yapmak.[85]

İşte bu ve benzeri özelliklerden tanıyabileceğimiz din münafıklarına ve dava marazlılarına karşı, açık tavır alınamayacağını ve kâfirler gibi dışlanamayacağını bilmemiz gerekiyor.

Aleyhissalatü vesselam Efendimiz de aşağıdaki sebeplerden dolayı münafıklarla mudara (onları duruma göre idare etme) yolunu seçmiştir.

a) Münafıklar mü’min geçindiklerinden ve çevresinde Müslüman bilindiklerinden bunları küfürle suçlamak ve dışlamak münasip düşmeyecek ve düşmanlara karşı “Müslümanlar birbirini terkediyor ve biribirleriyle çekişiyor” görüntüsü verecektir.

Müslümanların vahdet ve uhuvvet (Birlik ve kardeşlik) içinde oldukları imajını bozacağı için, münafık tiplere açık tavır almak ve onlara savaş açmak yanlıştır ve yersizdir.

b) Münafıkları dışlamak ve açık tavır almak, onları meşhur edecek, herkes tarafından tanınır hale getirecektir. Böylece İslam düşmanlarına bir nevi hazır koz vermemek ve bizim aleyhimize kullanılmalarını engellemek için de bundan sakınmak gerekir.

c) Münafıklara, Müslümanlardan farklı ve kuşkulu bir tavır alınması, onların ayrı bir toplum haline gelmelerini ve güçlenmelerini de netice verecektir.

d) Gizli olan nifak çıbanını deşmek, mikropların yayılmasına ve başkalarına da bulaşmasına neden olacağından dolayı da tehlikelidir.

e) Münafıklık, Müslümanların bir “iç meselesidir” ve bu mesele mutlaka içeride halledilmeli, dış güçlere malzeme haline getirilmemelidir.

f) Münafıkların açığa vurulması, fert fert ve ayrı ayrı durumdaki bu kişilerin bir araya gelmelerini ve organize bir güç teşkil etmelerini de doğurabileceğinden yine aleyhimizedir.

g) Bazı münafıkların zamanla hatalarını anlamaları ve samimi bir Müslüman olmaları da umulur ve ihtimal dahilindedir. Bu bakımdan da bunlara ihtiyatlı davranmak gereklidir.

h) Münafıkların idare edilmesi ve onlarla iyi geçinilmesi, bunların yakınlarının ve çocuklarının Müslüman olmalarını sağlaması bakımından da önemlidir.

ı) Münafıkları tesbit etmek, gizli kanser virüslerini teşhis etmek kadar dikkat ve ihtisas gerektirdiğinden, öyle rastgele herkesin birbirini münafıklıkla suçlamaması içinde bu konuda temkinli ve tedbirli davranılması emredilmiştir.

Bütün bu sebeplerden dolayı münafıklığını teşhis ve tesbit ettiğimiz kimseleri dışlamak ve düşman olmak yerine,

1- Bunların belasını defetmek ve zararsız hale getirmek için kendileriyle iyi ve ölçülü geçinmeye,

2- Sadece çok samimi ve seviyeli kimselere bunların hakiki durumunu gizlice söylemeye,

3- Münafık tiplerin bizim ve davamızın aleyhindeki girişim ve söylemlerini “Bir hayırlı hikmeti vardır” deyip geçiştirmeye ve zahiren dost görünmeye

4- Münafıkların aleyhimizdeki tavırlarına haklılık kazandıracak kozları onlara vermemeye,

5- Yakınlarını, yaranlarını ve taraftarlarını bize karşı kızdıracak ve kışkırtacak davranışlara yönlendirmemeye özellikle dikkat etmelidir.

6- Cemaatımızın içerisinde bulunmasına ve bazı makamlara konmasına rağmen, bu davanın hizmet ve ibadet olduğuna hala inanmamış ve teşkilata teslim olmamış hasta tiplerin yetki istismarına karşı da, devamlı uyanık bulunmalı ve suistimallerine fırsat vermemelidir.











































NİFAK VE ENANİYETİN SEBEPLERİ

VE

GÖSTERGELERİ


Münafıkların önemli bir özelliği de “ben”lik gütmeleri, kendilerini herkesten üstün ve seçkin görmeleridir. 

Çevrelerindeki şakşakçıların ve reklâmcıların çoğalması ve şöhretlerinin yaygınlaşması nedeniyle, bunlar kendilerini bulunmaz Hint Kumaşı ve “gökten gelmiş kurtarıcı” zannetmektedir.

Hâlbuki, mesela Hindistan’da 1 milyar insanın ineğe tapıyor olması, ne ineği muhterem,  ne de o insanları marifetli kabul etmemize gerekçe değildir. 

Evet, “ben”lik sevdası insanın başına manevi bir beladır... Bu bir nevi ruh hastalığı olan enaniyet’e düçar olanlar, gerçekten tedaviye muhtaçtır...

Çünkü şeytaniyetin mayası, “enaniyet”tir. Yani  “Ben”liktir.  Her insanın da böyle bir damarı vardır ve özellikle sakınılması gerekir. Gurur ve enaniyet münafıkların da en bariz özelliklerindendir.

“Allah’tan sonra, Ben’im”

“Bir, “Ben” varım, bir de “bende”lerim”

“Herkesin kıymeti, bana hizmetine göredir” diye düşünen kimselerde, bu gafletlerinin sonucu bir “enaniyet-”Ben’lik” uru gelişir ve giderek kanserleşir.

Ve maalesef bu “ben”lik taşı, böbrek taşından hem daha tehlikelidir... Hem de Benlik taşını düşürmek böbrek taşını düşürmek kadar kolay da değildir.

Sıradan ve sade insanlardan ziyade, kendilerine verilen bazı marifet ve meziyetler yüzünden şımaran ve şaşıran kimseler, “Ben’lik davasına düşmektedir. Ve bu öyle manevi bir derttir ki, derinleştikçe tedavisi güçleşmekte ve devası bulunmaz hale gelmektedir. Bu nedenle bir an evvel hastalığı farketmeli ve önüne geçilmelidir.

Ben’lik güdenler, genellikle bencil’dir. Öyle zannederler ki, “Herşey benim için, hepsi benim içindir.”

Benden artıp dökülenler de “bende”lerimindir. Yani bütün kâinat sanki, sadece bunlar için var edilmiştir...

Benlik güdenler, aynı zamanda beleşçidir. Riskli ve zahmetli işleri özellikle “bende”lerine yaptırıp, kötü sonuçları başkalarına, başarıları ise kendi şahsına maletmek bunların hedefi ve âdetidir.

İnsanlar bunların yanında, dinine ve değerlerine bağlılıkları ve fedakârlıkları kadar değil, kendilerini büyük bildikleri ve boyun eğdikleri kadar önemlidir. Zannederler ki, Cenabı Hak alemlerin değil, sadece ve yalnız kendilerinin Rabbidir.

Bazı konularda kendilerine itiraz edenler ve gerçeği söyleyenler hemen dışlanır ve kötülenir. Ama birileri daha düne kadar “eşkıya” bilinirken bugün kendilerine itibar ediyorsa hemen “evliya” olabilir.

Üç gün önce hırsız ve hayırsız dedikleri kimseler, bunların himmet ve himayesiyle, bir anda en sadık ve en halis kimse konumuna yükselebilir. Onlara göre: Terakki etmiştir!..”

Ve tabi yılların hizmetçileri de bir anda tard ve terk edilebilir. Onlara göre: nasibi kesilmiştir!..

Cennet ve cehennem bunların elindedir. Dereceleri de bunlar tayin etmektedir. Velhasıl Allah genel işlerle uğraşır, ama böyle özel işleri bunlara devretmiştir!..(haşa)

Enaniyet sahiplerinin çoğu, uzun yıllar dışlanmanın, toplumda bir yer bulamamanın verdiği bir aşağılık kompleksiyle hareket etmekte ve bu yüzden haset ve hıyanete yönelmekte, birazcık yüze çıkıp rağbet ve hürmet görünce, bunu da içlerine sindirememekte ve başkalarını küçük düşürerek büyüyeceklerini zannetmektedir.

En bilinçli, En becerikli ve En birinci... olduklarını ispatlamak ve çevresine inandırmak için, keramet ve kehanetlerini, hem kendileri hem bendeleri sık sık dile getirirler. Ve zaten kendilerinden başka herkesi riyakâr ve sahtekâr bilirler. Rakip gördüklerini kötülemek ve gözden düşürmek için, her türlü yalan ve iftirayı, su-i zanna dayanan itham ve iddiayı rahatlıkla ortaya atabilirler... Birileri hakkında şüpheler oluşturmak ve şerefiyle oynamak için, ima ve işaret yoluyla dikkatleri o’nun üzerine çekebilirler.

Onlara göre, bu bir ince siyasettir. Ve Zat-ı âlilerinin önündeki engelleri defetmek için, bütün günahlar bunlara mübah ve caizdir. Bunlar için “Her sözünü keramet gibi benimsetmek ve yürütmek üzere, önce reklâm ve riyakârlıkla kendisini beğendirmek ve kabul ettirmek” şarlatanlığı, akademik bir stratejidir.

Hâlbuki Allah bir’dir. Büyüklük O’nun şanıdır ve Mütekebbir’dir. Her türlü şirkten ve şerik’ten münezzehtir. Her şey O’nun elindedir ve O’nun emrindedir. Her şeyin, herkesin ve her birimizin, dünyevi ve uhrevi her türlü nasibini O vermektedir. Ve zaten her şeyi ezelde bizzat takdir etmiş, O taksim etmiş... Vakti saatini de yine O, tayin etmiştir. O’nun mülkü geniştir, hazinesi nihayetsizdir... Bizim hile ve hıyanete yönelmemiz, haset ve enaniyete düşmemiz, sadece kendimize zarar verecek, başkalarını huzursuz edecek, ama Allah’ın takdiri ve taksimi asla değişmeyecektir.

Öyle ise, Cenabı Hakkın hem imtihan, hem de ikram olarak bize verdiği bazı nimet ve faziletlere sadece şükretmeli, ama asla şımarıklığa düşmemelidir.

Dinimize, davamıza ve cemaatımızın şahs-ı manevisi olan Zat’a, açıkça düşmanlık eden kesimlerle... Gizli fesat ve hıyanete yönelen kimseler dışındaki insanlara... Ve hele Müslümanlara ve özellikle davamız mensuplarına hakaret ve hıyanete girişmek... Şeytanlara, şer odaklarına ve münafıklara karşı kullanmamız gereken kin ve nefreti, Müslümanlara ve masum insanlara yöneltmek, koyu bir gaflet ve enaniyet alametidir ve oldukça çiğ ve çirkin hareketlerdir.

Bu konuda,  bir an evvel işini bitirsin ve işkence etmesin niyetiyle, yüzüne tüküren düşmanını salıveren ve “O’nu dinim için değil de nefsim için öldürmekten çekindim” diyen Hz. Ali’den alınacak çok dersler vardır. 

Bu durumlardan kurtulmanın ilk şartı ise, önce şeytanın atından inmek ve takdire teslimiyet göstermektir. 

“Bir ben varım, bir de bendelerim” enaniyetine bazan bir tarikat şeyhi ve müritleri... Bazan bir meşrep ağabeyi ve müntesipleri, ... Bazan bir yazar-hatip ve izleyicileri...  Bazan bir hizip başı ve hizmetçileri.... Düşebilmektedir. 

Bu enaniyet ilim ve irşat ehli bilinen kimselerde kökleşirse Şeytaniyete... Kral, Sultan, Başkan gibi şahsiyetlerde yerleşirse Firavniyyete dönüşmektedir.

Bu tipler kendilerini “seçkin kul” olarak görmekte, -mümkün mertebe gizli yapmak şartıyla- hile ve haksızlıkların, fitne ve fesatlıkların kendilerine zarar vermeyeceğini ve bütün günahlarının zaten bağışlanıp affedileceğini düşünmektedir. 

Bunların sözleri hakaret... Sohbetleri gıybet... Siyasetleri hıyanet ve tabi seviyeleri de sefalettir. Bunlara göre, vefakârlık, fedakârlık ve cefakârlık enayiliktir. Ahmak kimselerin sığındığı, sadece edebi kıymeti olan boş değerlerdir. 

Oysa,  insana yakışan acziyetini ve zaafiyetini görmek... Kusurunu ve kabahatini kabullenmek... Beceri ve başarılarını Allah’tan bilmek... Rabbinin verdiğine ve vereceğine kanaat etmek... Ve özellikle haset ve hıyanetten mutlaka vazgeçmektir. 

Konumuzla ilgili bir hadis-i kutsiyi özellikle hatırlamak istiyorum:

“Azamet  (Benlik  ve büyüklük taslamak) Benim “izar”ım  (elbisem),  Kibriya  (Kendini  herkesten üstün  görmek ve gururlanmak) ise Benim “rıda”m (paltom-abam) dır. (Yani azamet ve kibriya sadece bana yakışan sıfatlardır) Bu nedenle her kim bu iki hususta bana ortak olmaya yeltenirse  (Benlik ve büyüklük güderse) onun belini kırarım” (Ebu Davut, İbni mace Ebu Hureyreden)

Bazıları da:

“Ben çok akıllıyım... Nice sırlara vakıfım... İçki, kumar, zina gibi günahları hiç yapmamışım...   Namazımı, orucumu hiç aksatmamışım... Öyle ise her şerefe,  herkesten önce ben layıkım... En doğru kararı ben alırım... Zira,  belliki ben, ilahi bir koruma ve bağışlanma altındayım!” diye düşünerek... Yani Allah’ın verdiği bazı faziletleri, işleyeceği rezaletlere gerekçe göstererek “enaniyet” yapmakta ve bu konuda kendisini haklı görmektedir.

Bu durum, tam bir şeytan mantığıdır... Zira İblis’te aynı düşünce ve gerekçelerle sapıtmıştır. 

Çok yüksek ilim ve bilgilere vakıf bulunanların ve uzun zaman ibadet ve hizmetle meşgul olanların, artık enaniyete kapılmayacağı ve sapıtmayacağı zannı yanlıştır ve çok önemli bir Zatın şu sözleri bu konuyu açıklamaktadır. 

“Şeytan Allah’ı öyle bir bilir  ki..” Ama bu bilgiçlik O’nu kurtaramamıştır.

Ve ah keşke... Bütün alemlerin sadece bir gölge ve görüntüden ibaret olduğunu... Ve bu geçici gölgeler için hırs ve haset etmeye ve bu yüzden başkalarına hıyanet ve hakarete yönelmeye değemeyeceğini... Ve zaten takdir ve tayin edilenin de asla değişmeyeceğini düşünebilsek... Ve bu gerçeği içimize sindirip iyi niyet ve istikamet üzerinde sabredebilsek... Ve ah keşke  yanlışlarımızı  fark edip  vazgeçebilsek.... Ve nifak mikroplarından korunabilsek...


“İBNİ SEBE” VE ÇAĞDAŞ ÖRNEKLERİ


Küfür ve inkâr, dışarıdan görünen frengi yarası gibidir. Münafıklık ise gizli kanser ve kalp marazı gibidir[86] ve elbette gizli ve sepici hastalık daha tehlikelidir.

Bu bakımdan Kur’an, Bakara suresiyle üç çeşit insanı tanıtarak başlamakta ve Nas suresiyle iki türlü şeytanı tanıtarak bitmektedir.

Hem kendi ayarımızı hakikat aynasında görmek ve durumumuzu değerlendirmek, hemde hayat boyu münasebet içinde olacağımız insanları tanımak ve ona göre tedbirli hareket etmek için Kuran önce 5 ayetle mü’minlerin, 2 ayetle kâfirlerin ve arkasından 13 ayetle münafıkların genel özelliklerini beyan etmektedir.

Biz bu nedenle, Bakara suresinin 8 ile 20. Ayetlerinde çeşitli vaziyetleri ve çarpıcı özellikleri haber verilen münafıkların, bütün çirkinliklerini üzerinde taşıyan ve bunların piri sayılan Yahudi dönmesi Abdullah İbn Sebe’ üzerinde duracağız.

Korkunç bir fitne merkezinin ve fesat şebekesinin başı olan bu kişi San’alı bir Yahudi babadan ve siyahî bir anadan dünyaya gelmiş olup, bir türlü vazgeçemedikleri hıyanet ve rezaletleri yüzünden Hicaz’dan sürülen Yahudilerin şeytani planları gereği, mukaddes beldelere ve İslâm’ın hükümet merkezine sızabilmek için, güya Müslüman olmuş ve Hz. Osman döneminde Medine’ye yerleşmiştir.

Ayet ve Hadis ezberlemek ve halka vaazu nasihat etmek ve her haliyle takva görünmek hususunda çok özel bir gayret gösteren ve kendisini avama kabul ettiren bu münafık, İslam’a iki cepheden saldırmaya ve zehirli fikirlerini kusmaya başladı.

1.       İtikadi yönden “ric’at” düşüncesini,

2.       Siyasi yönden de “hilafet” meselesini ortaya attı.

“Ric’at” fikriyle, Hz. İsa gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in de dünyaya geri geleceğini söylüyor ve “Kur’anı sana farz kılan Allah elbette seni dönüş yerine iade edecek ve geri gönderecektir”[87]  ayetini de buna delil gösteriyordu.

Hatta zamanla daha da ileri gidecek, Cenabı Allahın önce Hz. Muhammet”te ondan sonra da Hz Ali”de tecelli ve temsil edildiğini “Allah, Muhammet, Ali” üçlüsünün aslında aynı zat olduğunu ve Kurandaki “El-Aliyy” sıfatıyla Hz. Ali”nin kastedildiğini söyleyecek ve bu yüzden Hz. Ali”ye (haşa ) “Sen, O”sun diyerek secde edenler görülecektir.

Bu “ricat” fikriyle İslamın saf inanç temellerini bozmaya çalıştığı gibi, siyasi otorite ve organizeyi dağıtmak ve özellikle Ashabın büyüklerine ve ilk halifelere olan itimat ve itibarı sarsmak için de “hilafet” meselesini karıştırmaya başladı.

Hz. Peygamber Efendimizin “Ya Ali sen bana Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin” mealindeki sözlerini kendisine delil yaparak Resulullah’ın asıl veziri ve varisi Hz. Ali olduğundan, Hz Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın (ra) ve onlara destek olanların Hz. Ali’nin hakkı olan hilafeti gasbetmiş sayıldıklarını yaymaya ve özellikle Hz. Ali’ye meyli ve muhabbeti olan kesimleri kışkırtmaya uğraşıyor ve maalesef kendisine taraftar buluyordu.

Hatta katıksız bir takva hayatı yaşayan ve herkesin öyle olması gerektiğini savunun Eba Zerr Gıffari gibi bazı sahabileri bile, onların zaaflarından yararlanarak istismar etmeye çalışıyor ve bazen bunda bile başarılı oluyor ve Hz. Muaviye ile Eba Zerr Hazretlerini karşı karşıya getirebiliyordu

Bu şeytan fikirli Yahudi dönmesi bunlarla da yetinmiyordu. Hz. Osman’dan makam ve menfaat koparamayan küskünleri, şehvet ve rezalet yolları tıkanan kesimleri, meşru ticaret veya ganimet yoluyla servet edinmiş zenginlerin malında gözü olan züğürtleri, özellikle yabancı kadınlarla evlilik sonucu doğmuş ve gerekli İslami terbiye ile yoğrulmamış yeni yetmeleri bulup kullanıyor ve devamlı sureti haktan görünerek bunları kışkırtıyordu.

Ve çevresine “Bu haksızlık ve yanlışlıkları konuşmak ve zalim ve idarecilerinize karşı ayaklanmak, emri bil maruf ve nehyi anil münker sayılır ve en güzel cihattır” diyordu.

                Bütün bunları Ehli Beyti Resulullah’ı ve Hz. Ali evladını sevmek ve onların mağduriyetini önlemek gibi, zehirde haklı ve hayırlı görülen bir kılıfın arkasına gizlenip yapınca da işler iyice çığrından çıkıyor ve bu yıkıcı telkinler her tarafta tesirini göstermeğe ve İslam beldelerinde irtibatlı ve intizamlı bir fesat şebekesi yerleşip güçlenmeğe başlıyordu.

Bu günkü mason medyanın ve kiralık yazarların o günkü temsilcileri olan bu münafıklar, asılsız olarak Medine’de ve diğer İslam beldelerinde öylesine korkunç zülüm ve rezaletlerin yaşandığını yayıyorlardı ki, artık diğer bölgelerdeki insanlar “Bizim halimize şükür! Meğer başka yerlerde halk ne büyük müsibet ve felaketler içinde kıvranıyormuş” diyerek müthiş bir telaş, terör ve tedirginlik havası oluşturuluyordu.

Hz. Osman bu İbni Sebe münafığını önce Basra’ya, sonra Şam’a sürmüş, oradan da Mısır’a geçmiş ama bu sürgünler onun fitne ateşini yaygınlaştırmaktan başka işe yaramamıştır.

Ülke çapında yayılan bu felaket haberleri üzerine Hz. Osman bunların doğruluk derecesini araştırmak üzere Muhammed b. Mesleme’yi Kufe’ye , Üsame b. Zeyd’i Basra’ya , Ammar b. Yasir’i Mısır’a, Abdullah b. Ömer’i (ra) Şam’a gönderdi. Ancak fesat şebekesi çok gizli çalıştığından, bu zevat soruşturma ve araştırmalar sonucu hep olumlu raporlar getirmişti. Hatta Ammar b. Yasir Mısır’da bizzat İbni Seb’e ile görüşmüş bu münafık kendisine “emri bil maruf yapmaktan ve halkı ıslaha çalışarak genel huzuru sağlamaktan başka bir gayesi ve gayreti olmadığına” yemin etmişti.

Buna rağmen Hz. Osman bu tedbirle yetinmedi. Ülke çapında sinsi ve şeytani bir hazırlığın yapıldığını hissetmişti. Bu nedenle bütün merkezlere resmi tamimler göndererek, herhangi bir şekilde hakaret ve haksızlığa uğrayanların, idarecilerden veya ilim ehlinden yanlış bir şeye şahit olanların Hac mevsiminde Mekke’ye gelmelerini ve her türlü sorunlarını ve sıkıntılarını dile getirmelerini istemişti.

O sene hacda bütün halkla beraber Hz. Osman’ın önemli velileri de toplandı. Ama yine ciddi bir şikâyet gelmemişti. Hz. Osman (ra) velilere sordu: “Peki bu dedikoduların sebebi nedir?”

Said b. As şu cevabı verdi: Bu gizliden gizliye tertip ve telkin edilen bir iştir. Bunun çaresi fesatçıları tek tek arayıp çıkarmak ve cezalandırmaktır.

Amr b. As’ın verdiği cevap daha isabetli ve dirayetliydi.

“Bana göre siz fazla yumuşaklık gösterip işi gevşetmiş buluyorsunuz. Sizden önceki iki arkadaşınız gibi İcap ederse ciddiyet ve kuvvet göstermeli, fesatçılara fırsat vermemelisiniz!

                Şam valisi Hz. Muaviye ise, talihsiz gelişmeleri sezmiş, Hz. Osman’a Şam’a gelmesini ve orada hükümet etmesini, hiç değilse gerekli ve yeterli sayıda askeri birlik gönderip kendilerinin korunmasına izin vermesini teklif etmiş, ama Hz. Osman (ra) yüksek dini duygularının ve aşırı derecedeki yumuşaklığının etkisiyle  bunları kabul etmemiştir.

Hem zaten hac mevsiminde ahaliden ve valilerden önemli bir şikâyet ve ciddi bir tehlikede sezmemiş ve endişeye gerek görmemişti.

İşte hükümetin böyle bir emniyet ve rehavet içine düştüğü bir ortamda, İbni Sebe’nin başını çektiği anarşi odakları harekete geçti. Bu baş münafık her tarafa gizli mektuplar yazarak adamlarının Medine’ye doğru yola çıkmalarını, soranlara ise “umre ziyareti yapacaklarını ve Hz. Osman’a bazı şikâyet ve temennilerde bulunacaklarını” söylemelerini ve dikkat çekmemelerini tembihlemişti.

Hicretin 35 senesi Şevval ayında Medine civarında toplanan eşkıyalar, Medine’nin ve hükümet merkezinin askersiz ve korumasız olduğunu da anlayınca hücuma geçmeye karar vermişlerdir.

Hz. Ali, Talha ve Zübeyr (ra) gibi etkili sahabilerin arabuluculuk girişimleri ve Hz. Ali’nin oğullarını göndererek devamlı Hz. Osman’ın evini beklemeleri de netice vermiyordu.

Makam ve menfaat hırsıyla, ganimet ve şöhret sevdasıyla İbni Sebe tarafından beyinleri yıkanmış eşkıyalar laf dinlemiyordu. Hz. Ali, Abdullah b. Zübeyr ve Zeyd b. Sabit gelerek “İsyancılara karşı gelecek gücümüz var. İzin verirsen hücuma hazırız! demelerine rağmen Hz. Osman kan dökülmesine razı olmuyor, nasihatle yola geleceklerini umuyor ve belki de kendisi gibi bir zata kıyacaklarına ihtimal vermiyordu.   

Ve bir Cuma gecesi Hz. Osman rüyasında Hz. Peygamber’le  (sav) beraber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i görmüş ve Hz. Resulullah kendisine: “Biz oruçluyuz, iftara seni de bekliyoruz”  buyurmuştu. Hz. Osman vuslat anının yaklaştığını anlamış ve o gün oruca niyet ederek bütün gün ibadete ve Kur’an okumaya koyulmuştu. 

Muhasara altındaki evin kapısı önünde nöbet bekleyen Hz. Ali’nin oğulları Hasan, Hüseyin ve arkadaşları, sapık saldırganları içeri sokmamak için çırpınıyorlardı. Ama bazı isyancılar gizlice duvardan tırmanarak yukarı çıkmışlar ve kendisine valilik verilmediğine içerleyen Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammet’le birlikte Hz. Osman’ın odasına hücuma geçmişler ve İbni Sebe’nin eşkıyaları O’nu hunharca şehit etmişlerdi...

İbni Sebe bunlarla kalmayarak, önceleri güya taraftar göründüğü Hz. Ali’nin hilafetine karşı bu sefer “Niye Hz. Osman’ın katillerini hemen bulup cezalandırmıyor?” diye ileri gelen sahabeyi ona karşı kışkırtacak, Cemel olayında taraflar tam anlaşıp uzlaşacakken arkadan savaşı kızıştırıp, içinde sahabelerin de bulunduğu yüzlerce Müslümanı birbirine kırdırtacak ve Hz. Ali ile Muaviye (ra) arasındaki Sıffin savaşında da başrolü oynayacak ve kıyamete kadar kapanmayacak derin bir yarayı açmış olacaktır.

İslam tarihi boyunca İbni Sebe’yi örnek alan nice münafıklar bulunduğu gibi, bugün de aynı fıtrat ve faaliyet üzere bulunan insan suretli şeytanlar, hatta bir kısım alim-evliya etiketli nice marazlı mahlûklar bulunmaktadır.

Üstat Bediüzzaman Hazretleri:

“Bidayet-i zuhur-u İslamiyet’te (İslamın çıktığı ilk dönemlerde) muannid (inatçı) ve kitapsız kâfirlerin ve nifaka giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı ahirde  (şimdiki ahir zaman içinde) bir naziresi çıkacağını (asrısaadet ve sonrası münafıklara benzer münafıkların ortaya çıkacağını ve İslami hareketi içinden yıkmaya çalışacağını) ders-i Kur’aniden gelen bir sünuhat ile eski Said hissetmiş (Kur’an’ın ilminden ve hikmetinden kalbe doğan bir işaret ile sezmiş) bu nedenle münafıklar hakkındaki ayetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş, fakat mütalaacıların (bu konuları okuyup araştıranların) zihnini bulandırmamak için mahiyeti mesleklerini (bugünkü münafıkların meslek ve meşreplerinin durumunu) ve istinat noktalarını (nelere dayanarak kendilerini haklı ve hayırlı göstermeğe çalıştıklarını) mücmel bırakmış (kısa kesmiş) izah etmemiş...”[88] buyurmakla bu duruma dikkatlerimizi çekmektedir.

Günümüzdeki münafıklarla İbni Sebe arasında hayret edici bir benzerlik gözlenmektedir.

Bunların bir kısmını arz edelim

a) İbni Sebe’de, günümüzdeki örnekleri de, özellikle takva sahibi görünmekte, ehli hal geçinmekte ve çevrelerinde kerametleri zikredilmektedir.

b) Tek amaçlarının, “İslam’ı yaymak ve Allah için tebliğ yapmak” oldukları söylenmektedir.

c) Lisan cerbezeleri, tesirli hitabetleri ve saf insanları büyüleyen cazibeleri ile ilim ve hizmet ehli Müslümanları bile saflarına çekebilmektedir. İbni Sebe’nin sahabenin bile birçoğunu iğfal ettiği buna örnektir.

d) Münafıklar, İbni Sebe gibi mutlaka her şehirde teşkilatlanmakta ve taraflarını yönlendirmekte ve faaliyetlerini gizli yürütmektedir.

e) Fiilen cihada katılmak ve inancımızı iktidara taşımak yerine, İbni Sebe Peygamberin geri döneceğini ileri sürdüğü gibi bugünküler de nasıl olsa Mehdi’nin geleceğini bu nedenle oturulup dua ve ibadet ederek ona asker yetiştirmek gerektiğini iddia etmektedir.

f) İbni Sebe mevcut iktidarı sarsacak ve birliği bozacak fesatlıklara giriştiği gibi, şimdikilerde İslam’ı hakim kılmak, devlet ve hükümet imkânlarını halkın ve Hakkın hizmetinde kullanmak üzere kurulan hizmet ve hareketi zayıf ve başarısız göstermekte ve devamlı masonları ve şeriat düşmanlarını desteklemektedir.

                Yine Bediüzzaman’ın İşaratül İcaz adlı eserinin 97. Sayfasın da (Tenvir Neşriyat) münafıkların durumlarını izah eden 7 maddelik çok önemli tesbitlerini Hz. Üstad’ın ruhaniyetine sığınarak şerh edip yorumlayacağız:

                1- Peygamber (sav) ve İslam’ı hakim kılmaya ve inancımızı iktidara taşımaya çalışan mü’minler, Allah’ın halifeleridir. Resulullah’ı ve Müslümanları kandırmaya ve onlara hile yapmaya çalışmak bizzat Allah’ı aldatmaya uğraşmak gibi bir ahmaklıktır ki, sonunda aldanan ve altta kalan hep münafıklar olacaktır.

                2- Münafıkların asıl amaçları dünyalık makam ve menfaatlere konmak ve bu maksatla din istismarı yapmaktır. Ama sonunda umduklarını bulamayacak ve bu işten zararlı çıkacaklardır. Bu nedenle münafıklar sefih ve alçaktır.

                3- Bunlar hakiki menfaatlerinin İslami cihat ve teşkilattan yana olduğunu anlayamadıkları, yani kâr ve zararın nerede bulunduğunu fark edip ayıramadıkları için de cahillik ve rezillikle suçlanmaya layıktır. Münafıklar bu yüzden şuursuz ve huzursuz insanlardır.

                4- Zahiri takvalarına ve gösteriş numaralarına karşılık, aslında tiyniyet ve zihniyetleri bozuk ve berbat olduğu için kalpleri marazlıdır.

                5- Güya maddi ve manevi huzur bulmak ve toplumu ıslaha çalışmak yolunda görünseler de, gerçekte hem kendilerinin, hem de peşlerinden sürüklediklerinin hastalıkları ve hataları devamlı artmaktadır.

                6- Batılın safında yer almak ve İslamın iktidarına mani olmak suretiyle yaptıkları münafıklık yüzünden, dünyada er geç rezil ve perişan, ahirette de bin pişman olacaklar ve çok acı ve alçaltıcı bir azaba uğrayacaklardır.

                7- Sahtekârlıkları, münafıklıkları, Müslümanlıktan bahsedip masonlarla irtibat kurmaları ve devamlı ikiyüzlülük yapmalarının sonunda, mutlaka yalancılıkları ortaya çıkacak, ne mal olduklarını herkes anlayacaktır ve “Onlar sağırlar, dilsizler ve körler gibidirler. Çünkü onlar geri dönemezler”[89] ayetinin haber verdiği gibi münafıklar maalesef artık dönüşü olmayan karanlık ve sonu bataklık bir yola girmiş bulunmaktadır.

                “Karanlık gecede, kara taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesinden daha gizli ve o nisbette tehlikeli olan” bu riyakârlık ve münafıklık hastalığından ve kalbi marazlılardan Allah’a sığınıyor ve geçtiğimiz şu çok hassas dönemde gayet dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatarak ve münafıkların iki temel özelliğini dikkatlerinize sunmak istiyoruz:

1. “Münafıklar, mü’min ve muttaki görünmesine rağmen, din istismarlarını ve ucuz kahramanlıklarını sürdürebilmek için “Tağutla muhakeme olmak ve İslama düşman rejimleri ve hükümetleri ayakta tutmak istiyorlar.”[90]

2. Haklıdan değil, devamlı güçlüden yanadırlar... Bazen hayırlı tarafta görünmeleri de, hakkın hatırı için değil,  yüksek menfaatleri icabıdır. Ama pek yakında Allah mü’minlere fetih ve iktidar nasip edecek, münafıklar ise hep batılların yanında olduklarına bin pişman olacaklar.[91]

Üstad Bediüzzaman Hazretleri çağımızın özellikle imani ve ahlaki sorunlarını çok iyi tesbit ve teşhis etmiş ve pek tesirli tamir ve tedavi yollarını göstermiş büyük bir ilim ve fikir ehlidir. Asırlara ışık tutan önemli köşe taşlarından biridir ve kendilerinin de ifade ve itiraf buyurdukları gibi, müceddittir.

İslam Milletinin, Batının maddi medeniyeti ve müsbet ilimlerdeki gelişmeleri karşısındaki esaret ve sefaletinin altı sebebini ve bunların çaresini Hutbe-i Şamiye adlı eserinde şöyle izah eder:

“Ben bu zaman ve zeminde beşerin hayat-i ictimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler (Avrupalılar) terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihetle Kurun-u Vusta’da durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. (Yani, Ben bu çağda ve bu ortamda, insanlığın toplumsal hayat mektebinde ders alıp öğrendim ki: Yabancılar ve özellikle Avrupalılar maddi yönden gelişmede ve teknolojide bugünü de aşıp gelecek çağlara el atmalarına karşılık biz Müslümanların maddi yönden ve müsbet ilimlerde hala orta çağ seviyesinde durduran ve manevi cesaretin kucağına atan şu altı hastalıktır.)

Birincisi: Ye’sin içimizde hayat bulup dirilmesi. (Yani, ümitsizliğin ve kendimize güvensizliğin benliğimize yerleşmesi. “Herşeyi Batılılar bilir... Her işi onlar becerir” düşüncesinin ruhumuza girmesi...

Girişimciliğin, başarabilme cesaretinin yitirilmesi. “Biz artık kendi başımıza ayakta kalamayız, artık asla onlara ulaşamayız” şeklindeki aşağılık duygusunun “ilericilik” perdesine bürünmesi.)

İkincisi: Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede, ölmesi.

(Yani, siyaset sahnesinde, devlet yönetiminde, hükümet işlerinde ve faaliyetlerinde doğruluğun, dürüstlüğün ortadan kalkması. Halkı aldatmanın ve oyalamanın siyasi başarı sayılması... siyaset=yalancılık kanaatinin yaygınlaşması... Artık doğru söyleyenlerin ve hakkı savunanların bile bu ithamdan kurtulamayışı ve bunun neticesi halkın da yalana alışması ve yalama olması... Devlet-millet kaynaşmasının yerini, birbirine düşmanlığa bırakması...

Üçüncüsü: Adavete muhabbet

(Yani toplumda dostluğun yerini düşmanlığın kaplaması... menfaat paylaşımının yerini çatışmasının alması... Muhabbetin yerini nefrete bırakması. Birlik ve kardeşlik sebebi ve hayırlı hizmetlerde rekabet vesilesi olması gereken meşreb, tarikat ve kavmiyet farklılıklarının kin ve düşmanlık sebebi sayılması... Bencillik, beleşçilik ve tekelciliğin çoğalması. Ve bütün bunların neticesinde barış ve bereketin ortadan kalkması.)

Dördüncüsü: Ehli  imanı  biribirine  bağlayan  nurani  rabıtaları  bilmemek.

(Yani Müslümanları biribirine bağlayan manevi bağların kıymetinin  bilinmemesi.... İslam birliğinin çözülmesi neticesinde, Müslümanların düşmanlarının lokması olacağı gerçeğinin gözardı edilmesi. Küfür cephesi Birleşmiş Milletler, Nato, Ortak Pazar gibi kuruluşlarla güç birliği yaparken Müslümanların bu tür dayanışma unsurlarını hayata geçirememesi ve bunların hayati önemini idrak etmemesi.

Ateşli vaaz ve nasihatlarla, kuru temenni ve tesellilerle İslam birliğinin oluşacağının zannedilmesi... Çağdaş ve evrensel kurumların ve kuvvet unsurlarının oluşturulması yolunda mutlaka gerekli ve de geçerli olan devlet ve hükümet imkânlarının masonlara devredilmesi, siyasi cihadın ve cephenin maalesef terkedilmesi.)

Beşincisi: Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

(Yani çeşitli bulaşıcı hastalıklar misali giderek yaygınlaşan zalim ve baskıcı yönetimler... Söz ve fikir hürriyetine, din ve vicdan emniyetine saygı göstermeyen idareciler... Fikir özgürlüğünü sadece küfür özgürlüğü şeklinde anlayan ve uygulayan... İslamı yaşamayı değil,  konuşmayı ve yazmayı bile suç sayan zihniyetler... Namaz kıldığı için okulundan atılan öğrenciler... Hanımı  başörtülü diye ordudan kovulan askerler.. Ayet, hadis okudu diye Hapishanelerde çürüyenler... Anadilini  konuştu  diye ezilenler!...

Zenginin ve güçlünün haklı ve hatırlı sayıldığı,  fakirin ve sahipsizin ise devamlı suçlandığı ve horlandığı bir düzene demokrasi kılıfı geçirenler...)

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.

(Yani sadece kendi çıkarlarını düşünen, bütün gayretini ve hizmetini şahsi heves ve hesaplarına endeksliyen bencil insanların çoğalması...

“Başkası kazansın ben yiyeyim,  diğerleri çalışsın ben rahat edeyim”  düşüncesinin yaygınlaşması.

Milletini, memleketini düşünmek,  mazlumları ve mağdurları kendisine dert edinmek gibi yüksek insani duyguların giderek kaybolması...

Hilenin,  hırsızlığın, haksızlığın, gözü açıklık ve kahramanlık sayılması...

Milli menfaatlerini ve manevi değerlerini basit ve bayağı çıkarlarına rahatlıkla feda edebilen soysuz ve şuursuz kimselerin ortalığı kaplaması...

Faizin, fuhşun, kumarın, rüşvetin meşrulaşması, yaygınlaşması ve en kârlı ve kolay  kazanç yolları  halini  alması...

Evet işte bu toplumu maddi sefalete ve manevi esarete mahkûm eden gerçek sebepler...

Bunlardan kurtuluş çaresine ve tedavi reçetesine gelince...

1- Önce ahlâk ve maneviyatı yeniden diriltmek

2- Sonra ağır sanayiimizi mutlaka kurmak ve yaygın kalkınmayı gerçekleştirmek. 

Milli ve yerli hareketin başından beri parti parolası haline getirdiği iki eskimez ve değişmez gerçek.

Ahlâk ve maneviyatın yeniden dirilmesi, halkın eğitilmesi ve eğitim sisteminin yeniden düzeltilmesi ile mümkündür.

Ekonomik dengenin gerçekleşmesi ve ülkenin en azından kendine yeter hale gelmesi ise mutlaka ağır sanayinin kurulması ve teknolojinin kullanılması ile mümkündür. 

Hem eğitim sisteminin ve okulların ve basın yayın organlarının ıslahı, hem de ağır sanayimizin kurulması ve tarımın kalkındırılması ise ancak hükümet olmak ve inancımızı iktidara taşımakla gerçekleşmiş olacaktır.

Öyle ise düşünen beyinlerin, dinini ve davasını dert edenlerin, gayret ve marifet ehlinin bugün en önemli ve öncelikli gayesi ve görevi siyasi şuurun yaygınlaşmasını sağlamak ve Milli iradenin iktidarını çabuklaştırmaktır...

Hatırlayınız... Terörist İsrail’in Siyonist dışişleri bakanı Şimon Perez ziyaret için ülkemize geldiğinde TRT aracılığıyla milletimize şu mesajı veriyordu:

“Türkiye geçmişi unutmalı, geleceğe bakmalıdır!”

Oysa bizim geçmişimiz Osmanlıdır, Selçukludur... Yani İslam’dır.

Siyonist Şimon Perez bu sözleriyle bizlere İslamı unutmamızı tavsiye ve teklif ediyordu.

O bu talihsiz ve terbiyesiz tavsiyeleri yaptığı sırada Meclis’te konuşma yapan yerli Perez Yılmaz ise: 

“Çillerin bu ekonomik paketinin kötü neticeleri sonunda vatandaşın rejimden ümidini kesip bütünüyle Adil Düzen’e yöneleceğinden korktuğunu” söylüyordu. 

Yani o da milletin geçmişine ve özüne döneceğinden endişe duyduğunu, bu Siyonist saltanatı yıkılırsa İslamın geleceğinden kuşkulandığını vurguluyor ve Şimon Ağabeyini tasdik ve teyid ediyordu...

Öyle ise ey ehli iman! Ve ey ehli vicdan! Elimizi çabuk tutalım!
















HAYIRLI ÜMMET VE YALANCI MÜSEYLEME


İslam’ca ve insanca bir hayat geçirmek ve sonunda imanla ölmek bir Müslüman’ın en önemli davası ve en büyük sevdasıdır.

Zira imanla ölmek “kulluk imtihanını kazandı” belgesini almak ve cenneti hak kazanmaktır.

İmanla ölmenin çok önemli bir şartı ve sigortası ise, din gayreti taşımak ve şuurlu cemaate katılmaktır.

Al-i İmran suresinin şu ayetleri bu gerçeğe işaret buyurmaktadır;

“Ey iman edenler! Gerçek bir takvaya yakışır şekilde Allah’tan korkun. Ve ancak Müslüman olarak ölmeye bakın..” (Bunun için de) cemaat halinde (hep birlikte) Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve (sakın cemaatte tefrika çıkarıp) ayrılmayın”

“İçinizden, insanları hayra çağırarak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayacak bir ümmet (cemaat ve teşkilat) bulunsun. İşte kurtuluşa ulaşacak olan bunlardır.”[92]

Özellikle son ayet üzerinde duralım.

“Veltekün: -Bulunsun” emri, vacip makamında kesinlik ifade eden bir hüküm olmaktadır.

“Minküm: -Sizden, içinizden” anlamındadır.

“Ümetün: -Şuurlu ve sorumlu topluluk” manasını taşımaktadır.

Ümmet kavramı, bir imam (lider) etrafında toplanan ve teşkilatlanan ve hizmet düzenine uyan bir cemaati gerekli kılmaktadır.

“Yed’une ilel hayr: -Hayra ve Hak’ka davet edecek” zamanın ve mekânın şartlarına göre parti, vakıf, dernek gibi, meşru ve münasip kurumlar çerçevesinde, kendisine itimat ve itaat edilen bir imamın-liderin çevresinde oluşturulan ve sorumluluk zinciri ve disiplini içerisinde çalışan bu şuurlu ve sorumlu cemaat / teşkilat, önce herkesi hayra ve Hak’ka davet edecektir. Bu safhada asla zorba ve kaba davranışlara kalkışılmayacaktır. Hayra davet, tatlı bir dille ve hikmetle yapılacak, sabır ve sükûnetle sonuca varılacaktır.

Bu davet ve hikmetler giderek bereketlenecek, insanlar gerçeği fark edecek ve onların desteğiyle toplum adil bir hükümete, yani huzur ve hürriyete kavuşacaktır.

Ayetin, “Ma’rufu emredecek, münkerden nehy edecek” kısmı ise; kurulacak olan bu olumlu ve sorumlu “Ümmet-teşkilat”, nihayet, devlet ve hükümet imkânlarıyla ma’rufu (İslam’a ve insanlığa uygun hüküm ve hizmetleri) yürütecek, münkerden (küfür ve kötülüklerden) de çekip çevirecektir.

Zira emretmek ve yasaklamak, yetki ve iktidar işidir.

İşte felaha kavuşacak ve imtihanı kazanacak olanlar, ancak bu şartları ve sıfatları taşıyan kimselerdir. Yani;

a-    İmtihan ve itaat bağıyla bir başkanın etrafında düzenli ve disiplinli bir ümmet- teşkilat oluşturan,

b-    İnsanları ilim ve iyilikle hayra ve hakka çağıran,

c-    Ve nihayet kuracakları demokratik hükümet ve adil devlet imkânlarıyla ma’rufu uygulayan ve münkeri yasaklayan, bu “hizmet cemaatı” kurtuluşa ve başarıya erecektir.

Bütün bu ayetleri birlikte ve birbirleriyle ilişkili biçimde düşündüğümüz ve değerlendirdiğimiz takdirde; şu geçekler ortaya çıkmaktadır:

1-    Müminler için en önemli mesele, imanla ölmek ve kulluk imtihanını kazanmaktır.

2-    İmanla ölmenin vazgeçilmez şartı ise; Allah’ın ipine sıkıca yapışmak ve Kur’an’ın hükümlerini “Cemian- topluca” yaşamaktır.

3-    Kur’an’ı bir bütün halinde hep birlikte yaşamanın ilk çaresi ve reçetesi de “Ümmet-organizeli bir teşkilatı” oluşturmaktır.

4-    Böyle bir teşkilatı kurmak Müslümanlar üzerinde farzdır. İçlerinden birilerinin böyle bir teşkilatı kurması farzı kifaye olup, diğer bütün Müslümanların bunlara destek çıkması ise mutlaka lazımdır.

5-    Bu ümmet, yani “bir otorite etrafında halkalanan organizeli cemaat ve teşkilat” önce insanları hayra ve hakka davet edecek, İslami şuurun ve sorumluluk duygusunun uyanmasına ve yaygınlaşmasına çalışılacaktır.

6-    Bu planlı ve sabırlı çalışmalar sonucunda, milli irade demokratik mücadeleyle hükümete dönüşecek, artık devlet imkânlarıyla iyilikler yaptırılacak, kötülükler kaldırılacaktır.

7-    Bu amaçla kurulan hayırlı bir cemaat ve teşkilat içerisinde fitne ve tefrika çıkarmak ve ayrılıp yeni cepheler açmak kesinlikle yasaktır.

8-    Bu tür hizmet ve hareketlere destek yerine köstek olmak, adil ve asil bir nizamın kurulmasına karşı çıkmak, böylesine haklı ve hayırlı bir “ümmeti-cemaati” bırakıp ayrılmak suretiyle zalim ve zorbalara taraf olmak “Müslüman olarak yaşamayı ve ölmeyi zorlaştıracaktır!”

9-    Felaha- kurtuluşa ulaşacak, yani dünyada huzur ve hürriyete, ahirette ise sonsuz nimete ve cennete kavuşacak olanlar, sadece teşkilat düzeni ve ibadet disiplini içerisinde gayret eden “cemaat- ümmet” olacaktır.

Müslümanlar içerisinde bulunan ve kurulması farz olan böylesi hayır ve hizmet teşkilatlarına ve onların kuracakları adil ve milli hükümetlere tabi olmayı içine sindirmeyen ve din adına bağımsız ve başıboş hareket eden kimselerin en tipik örneği ise; yalancı peygamber Müseylemetül-Kezzabtır.

Yemame Kasabası civarında, beni hanife kabilesinden olan bu adam hicretin 10. Yılında etrafıyla birlikte Medine ye gelip Müslüman olmuşlardır.

Daha sonda Hz. Peygamberimize mektup ve elçiler gönderip, O’nun risaletine ortaklık iddiasına kalkışmıştır. Efendimiz ise diğer önemli meşguliyetleri yüzünden bunlarla uğraşmaya vakit bulamamışlardır. Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde İslam birliğinden kopan ve çok tehlikeli bir fitne merkezi halini alan Müseyleme’ye karşı gönderilen Hz. İkrime ve Şurahbil komutasındaki üç ordu maalesef yenilmiş, ama sonunda Halid bin Velid tarafından hezimete uğratılmıştır.

Bu savaşlarda mürtedler 20 bin ölü vermiş, İslam askerlerinden ise 2 bini şehit düşmüştür. Bunların 700 kadarı muhacir ve ensardan olan sahabi, 70 kadarı ise Kur’an hafızıdır. Bu olaydan sonra Hz. Ebu Bekir Kur’an’ı bir kitap halinde toplamak ihtiyacını duymuştur.

Müseyleme’nin özelliklerine gelince;

a-    Müseyleme görünüşte iman esaslarının ve İslâm’ın şartlarının hepsini inkâr etmiyordu. İslami kuralların sadece bir kısmını gereksiz görüyordu ve “hayırlı hizmet erbabı” geçiniyordu.

b-    O sadece İslami otoriteye ve ümmete (merkezi teşkilata) tabi olmayı reddediyor, bağımsız kalmak istiyordu. Ve İslam düşmanlarıyla gizli irtibat ve ittifaklar kuruyordu.

c-    Bu nedenle O’na kâfir veya münafık gibi bir sıfat uygun düşmediğinden, kendisine Müseyleme (Müslümancık-yapmacık ve sahte Müslüman) deniliyordu.

d-    Merkezi otoriteye ve ümmete karşı, sahte kadın peygamber Secah gibilerle işbirliğine girişiyordu.

e-    Sabah ve yatsı namazlarını kaldırmak ve zekât sorumluluğunu kolaylaştırmak gibi bir takım İslami hükümleri yozlaştırmaya ibadetlerin önem ve öncelik sırasını bozmaya çalışıyordu.

f-     Kendisi çok etkileyici ve cazibeli-çekici bir hatipti ve bu meziyetini çok iyi kullanıyordu.

g-    Özel reklâmcıları vasıtasıyla her tarafta keramet ve mucizeleri anlatılıyor, devamlı olarak hayırlı hizmetleri övülüyordu. Dönemindeki Bizans ve İran gibi İslam düşmanları, Yahudi ve Hıristiyan odakları da, Müseyleme’yi destekliyor ve sürekli öne çıkarıyordu.

Bunun gibi, her asırda İslamı gerçek özellikleriyle ve bir bütün halinde ortaya koymaya ve hâkim kılmaya çalışan gerçek müceddit ve mücahit liderleri karşısına müseyleme misali yalancı mehdiler ve sahte mürşitler çıkagelmiştir.

Müseyleme, namazı ve zekâtı kaldırdığı ve kolaylaştırdığı gibi, bugünkü benzerleri de özellikle cihat sorumluluğunu kaldırmakta, muamelat hükümlerini önemsiz ve gereksiz saymakta ve çevrelerine “şeytani düzenlerin himayesinde, güya takva hayatı yaşanabileceğini” öğütlemektedirler. İlmi, insani ve İslami temellere dayalı bir adalet düzenini ve İslam Birliğini gereksiz görmektedirler.

Müseyleme-Secah ittifakı gibi bütün İslami hareketler ve liderler karşısında, bütün din istismarcılarının birleşmesi de dikkat çekicidir.

Bu sahte dincilerin kimisi güya hizmet adına zekât, sadaka toplayıp saltanat sürüyor.

Kimisi sözde tarikat adına nice sapıklık ve saçmalıklar sergiliyor. Kimisi sinsi ve Siyonist hainlerin gözlerine girmeyi keramet sayıyor.

Kimisi sünnet adına zinaya kılıf uyduruyor.

Kimisi maneviyat adına ne melanetler işliyor. Yani bunlar aslında makbul ve mübarek olan kurum ve kavramları istismar ve suistimal ediyor!..

Ve bunların hepsi de hakkı temsil eden ve hayra hizmet eden İslami hareketlerin karşısında yer alıyor, masonlarla işbirliği yapıyor ve asla “ümmete-bir imam etrafında oluşturulan sorumlu ve şuurlu teşkilat ve cemaate” katılmıyor ve katkıda bulunmuyor...

Çünkü gerçek İslam’dan, en çok din istismarcıları ve sahtekârlar korkuyor ve istemiyor.

Velhasıl, “hayırlı hareket”ten ayrılan veya “bu haklı hizmet”e dahil olmayan şöyle veya böyle ayağı kaymaktan kurtulamıyor!

DİNLERİNİ PARÇALAYANLAR

VE

AHİRETLERİNİ SATANLAR!..


 İnsanların birçoğu kendisini Hak dine ve İslami disipline uyduracağı yerde, İslamı kendisine uydurmaya çalışır ve din diye bu nefsü hevasını karıştırdığı uydurma şekil ve şartlara sarılır. Dini,  kendi keyfine uydurmak ve yozlaştırmak ise genelde iki türlü yapılmaktadır:

1- Dinin, nefsine kolay gelen tarafını alıp, zor ve zahmetli kısmını inkâr etmek veya yok farzetmek ve önemsememek...

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle davrananların cezası Dünya hayatında rezil olmaktan (ve zalimlerin güdümünde haysiyetten ve hürriyetten mahrum yaşamaktan), Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılmaktan başka bir şey değildir”[93]

“Bile bile Hakkı Batılla karıştırıp gerçeği gizlemeyin”[94] gibi ayetler bu duruma işaret ve ikaz etmektedir. Dinlerini paramparça edenler aslında inanmamış ve tam teslim olmamış kimselerdir. Çünkü Cenabı Hak bazı emirlerinde isabet etmiş fakat, bazı hükümlerinde ise (haşa) hata etmiş değildir. Kur’an’ın bir kısmı doğru ve değerli, ama bir kısmı ise (haşa) yanlış ve yararsız değildir. Hz. Peygamberin bazı sözleri ve işleri güzel ve gerekli ama diğer bazı icraat ve izahları ise (haşa) çirkin ve lüzumsuz değildir. Bu nedenle Kur’an dinlerini parçalayanları, bir kısmını alıp bir kısmını lüzumsuz sayanları şiddetle yermiş ve onların hiçbir amelinin kabul edilmeyeceğini beyan etmiştir.

“Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin”[95] emrine ve “Hepiniz birden Allahın ipine (Kuranın hükmüne) sarılın ve parçalanıp ayrılmayın”[96] hükmüne rağmen, maalesef “Aralarından çıkan hizipler  (parti ve meşrebler, haset ve hıyanet yüzünden) birbirleriyle ihtilafa düştüler.”[97] ve dinlerini paramparça ettiler. 

Kimileri itikat esaslarını parçaladılar. Mesela tarikat ehli geçindiler ama şeriata (İslamın adalet düzenine) düşmanlık yaptılar.

Kimileri hayat düsturlarını parçaladılar. İçkiyi, kumarı, faizi ve fuhşu mübah görüp her kötülüğe bulaştılar. 

Kimileri istikamet esaslarını parçaladılar. Yalanı, haramı, hileyi ve fitneyi caiz saydılar. Kimileri muamelat esaslarını parçaladılar... Bu yüzden Hak Nizam kurulsun diye çalışmaya ve sorumluluk alıp sıkıntılara katlanmaya yanaşmadılar.

Kimileri itaat esaslarını parçaladılar... Teşkilattan, cemaattan ve biatten kopup kaçtılar... Kimileri bütün kurum ve kuralları inkâr ve isyan üzerine kurulan şeytani bir düzende İslamca yaşanabileceğini savundular. “Ve de ki, Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım. Tıpkı o (dinlerini) kısım kısım ayırıp bölenlere indirdiğimiz (azab) gibi. Onlar ki Kur’anı parça parça etmişlerdir” (6) ayetlerinde haber verdiği gibi: Kimileri dinin sadece  “iman hakikatlerinden ibaret” olduğu düşüncesindedir. Kimileri “İslam; kurs açmak ve Kur’an okutmaktır” görüşündedir. 

Kimilerine göre Din, tarikat ve takvadan ibarettir. Kimilerine göre din, cihat edebiyatı yapmak ve kendilerinden olmayanı küfürle suçlamak demektir. Kimilerine göre ise İslam, yurt yapmak ve dershane çalıştırmaktan ibarettir. Hâlbuki bunların herbirisi İslamın bizzat kendisi değil, imani hizmet ve ibadetlerin birer cinsidir. İslam ise iman, ibadet ve muamelat (siyaset, ticaret, adalet) hükümleriyle bölünmez bir bütün teşkil etmektedir. 

Ülkemizde ve yeryüzünde ilmi ve insani bir düzen kurulması ve evrensel hukuk nizamının bütünüyle yürürlüğe konulması yolundaki hizmet ve gayretleri samimiyetle desteklemekle beraber, yurt ve kurs hizmetleri, zikir ve ilim sohbetleri de elbette güzel ve gereklidir ve ancak bu şartla birlikte bereketlenir. “Amma ne var ki (insanlar) Din hususunda aralarında parçalara bölündüler ve çeşitli guruplara ayrıldılar (Kendi Şeyh ve Hocalarının eserlerini Kur’an yerine koydular) artık her hizip (meşrep ve grup) kendi yanında bulunan (kitap ve hizmet)la avunup övünmektedir. “(Sen, bir müddet onları kendi gaflet ve hıyanetleriyle başbaşa bırak!”[98] çünkü “Senin (Ey Resulüm) fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra (Allah c.c.) O yaptıkları (ayrılık ve fesatları)nı kendilerine haber verecek (ve hesaba çekecek)tir”[99] Öyle ise Ey İman edenler! “Sakın, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra  (yine de dinde) ayrılığa düşenler gibi olmayın. Zira onlar için büyük bir azab vardır”[100] çünkü onlar “kendilerine ilim verildiği halde sırf aralarındaki haset ve enaniyet yüzünden ayrılığa düşmüşlerdir”.[101] Hâlbuki “Ayrılık çıkaran bizden değildir”[102] ve “Her kim İslamdan başka bir din ararsa (İslamı kendi bütünlüğünden ve asli hüviyetinden ayırıp yozlaştırırsa) onunki asla kabul edilmeyecektir”[103]. Bu konuyu Aleyhissalatuvesselam Efendimizin “Benim ümmetimin Yahudilerinden sakının!” buyurduğu tipleri genel özellikleriyle bize tanıtacak bir ayeti kerime ile kapatalım:

“Yahudiler, yaptıkları zulümlerinden (ve zalim yöneticilere destek verdiklerinden) pek çok kimseleri  (din-iman istismarı ile) Allah yolundan (ve cihattan) çevirmelerinden ve yasaklandığı halde, faiz alıp vermelerinden (ve faizci düzenlerin devamını istemelerinden) Ve haksız yere (çeşitli hileler ve dini hizmet bahaneleriyle) insanların mallarını (toplayıp) yemelerinden dolayı “Kendilerine helal kılınmış şeyleri yasakladık ve onlardan inkârcılara acı ve alçaltıcı bir azap hazırladık”.[104]

İngiliz Casusunun İtirafları:

Osmanlıyı yıkmak, İslam birliğini parçalamak ve özellikle petrol yataklarına ve diğer zenginlik kaynaklarımıza sahip çıkmak amacıyla Arabistan’ın Necit havalisinden Muhammed bin Abdulvahab’ı kullanan ve kışkırtan İngilizlerin meşhur casuslarından Hampher, İslami muhabbet bağlarını koparmak ve vahdet (birlik) unsurlarını dağıtmak amacıyla, bütün türbe ve ziyaretlerin şirk sayıldığı fetvasıyla yıkılması gerektiğini ve hatta mescidi Nebevinin ve Kabenin bile “Putçuluğa benzediği” bahanesiyle ortadan kaldırılması için teşvik ettiğini, ancak Vehhabilerin birinci teklifini yerine getirdikleri halde ikinciye göz kestiremediklerini ve güç yetiremediklerini ifade ettiği hatıralarında çok önemli bir itirafta daha bulunmaktadır.

“Müslümanların kuvvetli noktalarını bozmak ve zayıf taraflarını yaygınlaştırmak üzere hazırlanan bir tahribat raporunda şöyle yazıldığını bildirmektedir.

“Onların (Müslümanların) yanında devamlı cenneti övmeli, fani dünya için çalışmanın ve kazanmanın gereksiz olduğunu söylemeliyiz.

Sanat ve sanayiden, ilim ve teknolojiden geri bırakmak için, tembellik ve teslimiyetçiliği aşılayan bazı tasavvuf ve tarikat halkalarını genişletmeli ve reklâm etmeliyiz. Ve özellikle “zühd”ü-dünyadan el etek çekmeği-tavsiye eden İmam-ı Gazali’nin İhyai Ulumüddini’ni, Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Muhyiddini Arabî’nin eserlerini teşvik etmeliyiz.”[105]

Aslında İslam’ın yaparak ve yaşayarak öğrenildiği ilim ve irfan ocakları ve manevi cihat kışlaları konumundaki tarikat ve tekkelerin bir kısmının nasıl dejenere edildiği ve meskenet yuvasına döndürüldüğü zaten bilinmektedir.

Bizim asıl üzerinde durmağa ve nazarı dikkatleri toplamağa çalıştığımız nokta, İngilizler gibi dış güçlerin ve Siyonist çevrelerin ve yerli münafık ve mason yönetimlerin bazı İslam alimlerinin özellikle tasavvuf ağırlıklı eserlerini Müslümanlar arasında okunmasını ve yaygınlaşmasının neden istemeleridir?

Bu kitaplar, imani, ahlaki ve edebi yönü çok yüksek ve değerli olmalarına rağmen zalimlere ve sömürü düzenlerine karşı mücadele ruhunu vermekten ziyade tevekkül ve teslimiyetçiliği öğütleyen eserlerdir. Üstelik tasavvufi konular genel değil, özeldir. Avam için değil havas içindir. İslam ve insanlık düşmanı saldırgan ve sömürücü zalimlere ve işgalci güçlere karşı çarpışmak üzere cephede bulunması gereken askerlere, şefkat, merhamet ve hoşgörü dersi değil, şecaat, cesaret ve metanet telkini yapılması gerekir.

İman hakikatlerini ders veren ve manevi cihat ruhunu dirilten Üstat Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserlerinin şiddetle yasaklandığı ve köşe bucak toplatıldığı Atatürk ve İnönü dönemlerinde bile yukarıda belirtilen cinsten eserlerin bizzat devlet tarafından tercüme ettirilip bastırılması ibret verici değil midir?

Ve hatta zaman gelmiş, rejim kökten dincilik tehlikesine ve Milli görüşün güçlenmesine karşı  “Ölümden kurtulmak için satmaya razı olmak” mecburiyetinde kalmış ve bir zamanlar yasaklanmaya çalıştığı Risale-i Nur’u bu sefer yaygınlaştırmaya bile ihtiyaç hissetmiştir.

Efendimiz Hz. Muhammed’e  (sav) düşman olanların, Mevlanaya dost görünmeleri nedendir?

Yunus’a hayran olduğunu söyleyenlerin, Bediüzzaman’ın ismini duymaya bile tahammül edemeyişleri bir sahtekârlık değil midir?

Velhasıl daha önemli ve öncelikli bilgi beceri ve girişimlerden geri koymak için; o gün için fantezi sayılan işlerle oyalamak, hem şeytanın hilesidir. Hem nefsin hevesidir. Hem de masonik rejimlerin taktiğidir.

Küfrün ve zulmün her dönemdeki sistem ve stratejileri farklı olduğu için, ona karşı müceddid ve mürşitlerin İslami tecdit ve taktikleri de o günün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre hazırlanmış ve bu doğrultuda eserler yazılmıştır. Bu konuda Bediüzzaman’ın: “Şayet Gavsi Geylani ve İmamı Gazali gibi zatlar bu zamanda dünyaya gelselerdi, Risalei Nur gibi iman hizmetleriyle meşgul olurlardı” tesbiti oldukça anlamlıdır.

Biz de buna dayanarak diyebiliriz ki, Bediüzzaman dahil, geçmişteki müceddit ve mürşitler şu anda yeryüzünde bulunsalardı, öncelikli hizmet olarak siyasi şuurun canlandırılması ve Adil bir düzenin kurulması için çalışırlardı. 

Bir asırda özellikle gerekli olan bir eser, başka bir asırda yetersiz ve gereksiz olabilir.

Bir hastalık için hazırlanmış ilaçlar başka hastalıkları azdırabilir...

Ama elbette hadis, siyer, tefsir ve Fıkıh sahasında her zaman için geçerli olan kaynak eserler ve özellikle usül ve esas konusunda kıymeti eskimeyen kitaplar bunların dışındadır.

Velhasıl mü”min her konuda uyanık olmalıdır.

Müminin ferasetinden korkun. Zira O Allah”ın nuruyla bakar” kutsi hadisinin işaret buyurduğu gibi, mümin ferasetli insandır. Feraseti olmayan, mason ve münafık oyunlarının farkına varmayan kimselerin ise basireti kapalı bulunmaktadır.

Tarikat Tüccarları:

“Ey örtüsüne bürünen (Resulüm.. ümmetin bilsin ki yatmakla ve tembel davranmakla hiç kimse maksadına erişmez !... O nedenle )

Geceleyin kalk! (Namaz kıl ve zikre koyul..) Ancak gecenin birazında da (uyu ve dinlen)..

(İstersen ) Gecenin yarısında (kalk ) yahut bundan biraz eksilt. Veya (durumuna göre ) bunu biraz artır ve tertil üzere (ağır, sakin ve anlayarak ) Kuran oku!

Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz (vahyi ilahi gibi çetin bir emanet ) yükleyeceğiz. Gerçekten gece kalkışı (ibadet ve sekinet açısından ) daha huzurlu ve hikmetli (geceleyin dua ve zikir) söz (leri) de daha bereketli ve etkilidir. Zira gündüzleri senin uzun süre meşgul olacağın daha başka şeyler vardır. Öyleyse herşeyden kesilerek ve bütün gönlünle ona yönelerek Rabbinin adını zikret”[106]

“(Ey Habibim !) Boş kaldığın zaman (Tebliğ ve toplumu terbiye, sosyal ve siyasi görevler gibi mecburi işlerinden sıyrıldığın an, durma hemen ) ibadete koyul!... Ve Rabbine rağbet et!” [107] 

“Ey iman edenler! sabah akşam (devamlı ) Allahı çokça zikredin !....

“Siz beni zikredin ki bende sizi zikredeyim (Rahmetle ve faziletimle şereflendireyim ). Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin. Sabır ve salâtla (Allah için sıkıntılara katlanmak ve devamlı ibadet ve dua da bulunmakla ) benden yardım isteyin”[108]  

Zira kalblerin gıdası zikrullahtır. “Gönüller ancak zikretmekle huzur ve itminan bulacaktır.”[109]  

“Gafiller arasında zikredenler, bırakıp kaçanlara karşılık cephede çarpışanlar makamındadır.“[110]

Zikir Halkları, cennet bahçeleridir” mealindeki yüzlerce ayeti kerimenin ve hadisi şeriflerin emrine uyarak ibadet disiplinine, takva terbiyesine ve zikrullah dersine girmeye TARİKAT denir.

Tarikat, “Allahın boyasına boyanmak”[111] ve Allah muhabbetiyle Resulullahın sünnetine ve hayat sistemine tabi olmaktır.[112]  

Tarikat, herkesten ve herşeyden daha çok, şiddet ve hararetle “ Allahı sevmek”[113] “Dil  kalbin tercümanıdır“ gerçeğince o en çok sevdiği Rabbini devamlı zikretmek ve özellikle geceleyin ve tenha yerlerde, tek veya toplu halde diz çöküp Mevlasına yönelmektir.,

Ancak bu mübarek mana mektebini ve insanımızın tarikata olan meyil ve muhabbetini istismar ve suistimal eden bir takım sahte mürşitlerin ve geçmiş büyüklerimizin “Katiuttarik-yol kesici“ dedikleri manevi anarşistlerin çıktığını ve çoğaldığını görüyoruz.

O nedenle kardeşlerimizin “Liyakatsız tarikatların“ tuzağına düşmemeleri için bu konuda önemli bazı tesbitleri ve genel prensipleri hatırlatmayı görev sayıyoruz:

1- Bağlanacağımız üstadın ve özellikle yakın talebe ve dostlarının, hem itikat ve ibadet açısından, hem de günlük hayat ve muamelat bakımından Kuran çizgisinde ve ehlisünnet istikametinde olup olmadıklarına mutlaka dikkat edilmeli ve araştırılmalıdır.

Seyyid Ahmedi Rufai Hz. lerinin buyurduğu gibi “Müritler Şeyhin aynasıdır” Onların düşünce ve davranışları şeyhlerinin ayarını ortaya koymaktadır.

2- Haşa “Efendimize özel vahiy ve ilham geliyor“ “Pirimiz istediğinde namaz ve oruç gibi ibadet ve külfetleri kaldırıyor!” “Hanımlarımız Üstadımız; hizmetçileri sayıldığından ve o şehevi duygulardan sıyrıldığından onlarla yalnız kalabiliyor!”  Bizim tarikat kardeşlerimize kadın erkek iç içe ve yanyana oturup zikir ve muhabbet etmeye izin veriliyor!” “İnsanlara manevi rütbe vermek veya onları dergâhı ilahiden sürmek, şeyhimizin tasarrufuna bırakılıyor!” Bizim dergâha girenlere artık günah ve kötülük zarar vermiyor!” “Şeriatın zahiri emirleri ve fıkıh kitaplarındaki zaruri ilmihal bilgileri bizi bağlamıyor!”  “Şeyhimizin rüyaları ve manevi işaretleri bizim için yeterli delil sayılıyor!”  “şeyhimizin fotoğrafına bakan kendi zatını görmüş, onun zatını gören Allahla buluşmuş kabul ediliyor!” gibi safsata ve sapıklık kokan söz ve davranışları görülen kesimlerden şiddetle sakınmalı ve uzak durulmalıdır.

3- “Biz ahiret ehliyiz, biz maneviyat erleriyiz, dünya siyasetiyle ilgilenmeyiz” “asıl cihat nefsi Cihattır. Bu nedenle devlet ve hükümet işlerine ilişmeyiz” “Zaten zaman kıyamet zamanıdır. Herşey giderek kötüleşecektir. Artık adil bir devlet kurmak hayaldir ve bu maksatla hizmet ve gayret göstermek gereksizdir” gibi iddialarda bulunan ve inananları siyasi şuurdan ve hizmet teşkilatından uzaklaştıran tiplere asla aldanmamalıdır.

Hz. Mevlana “Fihi Mafih” adlı eserinde “Bir Şeyh insanları bazı günah ve kötülüklerden kurtararak; ibadet ve zikir yoluna alıştırıp, sonra onların cihat mesuliyetini ve din gayretini körleştirecek ve zalim idarecilere köle edecekse, onları eski hallerinde bırakması daha hayırlıdır. Ve hele bu insanların, tarikat adına itikadını bozacaksa bu daha da tehlikeli ve zararlıdır. Çünkü bu durum, İnsanları fasıklıktan kurtarıp facir ve münafık yapmaktır. Hâlbuki fasık iken bari imanı vardı, şimdi ise itikadı bile bozulmaktadır” buyurarak bu gerçeği ne güzel anlatmaktadır.

4- İslam ahlakı çerçevesinde ve cihat (Milli savunma, yerli kalkınma ve sosyal dayanışma) gayretiyle hizmet veren manevi mekteplerin ve kendisini bu hizmete hasredenlerin, başka geliri yoksa, geçimlerini karşılamak dışında; bu işi, para dilenmek ve Müslümanların sırtından saltanat sürmek için yapanlara asla kapılmamalıdır.

“Sizden (dini davet ve hizmet karşılığı hiçbir) ücret istemeyenlere tabi olun, (işte) onlar hidayet ve istikamet üzerindedirler”[114] ayetinin de ifade ve ikaz buyurduğu gibi, bu yolla insanları ıslah ve irşat etmek ve onları cihat şuuruyla diriltmek yerine, sadece onları sömürmek isteyen tiplere karşı uyanık bulunmalıdır.

5- Şeyhlik ve mürşitlik iddiasında bulunanların hayatını iyice araştırmalı, ciddi bir tasavvuf terbiyesinden geçmeyen ve bir İnsan-ı Kamil’den icazet ve izin verilmeyen türedi tiplere hemen teslim olmamalıdır.

Daha düne kadar subay, astsubay, polis, öğretmen veya şoförlükle uğraşıp, herhangi bir tarikat ve takva hayatından habersiz yaşayıp ve pek çok günahlara bulaşıp, emekli olur olmaz hemen şeyhliğini ilan eden sahtekârların peşine takılmamalıdır.

Evet, tövbe kapısı ve rahmet dergâhı herkese ve her zaman açıktır. Ancak insanın öyle birkaç ayda veya yılda hemen velayet ve himmet sahibi olması da imkânsızdır.

6- Hem şeriat hükümlerine hem tarikat hikmetlerine sahip bulunan, Hem nefsi cihatla, hem siyasi cihatla meşgul olan… Hem Kuran-i ilimleri okuyan, hem manevi hikmetlerden nasibini alan ve mutlaka bir mürşidi kâmilden izinli ve icazetli bulunan bir zatı muhteremi arayıp bulmak ve ondan ders alarak, zikir ve takva yoluna koyulmak ise; hem saadet hem de bahtiyarlıktır.

“Allah c.c. hikmeti dilediğine (ve seçtiklerine) verir. Ve her kime de hikmet verilmişse ona hayrı kesir (çok büyük bir hayır ve fazilet) lütfedilmiştir. Bu gerçeği ise ancak akıl (ve gönül ehli) olanlar anlayıp kavrayacaktır?”[115] 

7- Asla hatırımızdan çıkarılmasın ki “Bir istikamet bin kerametten üstündür”.

Namaz, oruç, zekât ve cihat gibi bir farzları eda etmek; yalan, hile, haksızlık, içki, kumar ve faiz gibi bir haramları terk etmek, yüz kere cezbeye düşmekten ve bin kere güzel rüya görmekten hayırlıdır.

Bir gram ihlâslı amel, bin ton riyalı (gösteriş için yapılan) amelden kıymetlidir. Bize on tane sağlam ve taze yumurta hediye eden mi makbuldür, yoksa bin tane çürük yumurta gönderen mi?

Evet, bize düşen bu konuda gereken sağlam ve sapmaz ölçüleri göstermektir... Bunları takip ve tatbik etmek ise, herkesin kendi elindedir.

Düzenimiz Değerimizi Gösterir

“Siz nasılsanız öyle idare edilirsiniz” ve “İnsanların dini, meliklerinin (Yöneticilerinin) dini (ve düzeni) dir” mealindeki hadisi şeriflerin de ifade buyurduğu gibi, toplumların içinde yaşadıkları devlet düzenine göre şekil aldıkları, tabii ve tarihi bir gerçektir.

Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan kötü bir düzende iyi kalmak, adalet ve hürriyeti esas alan iyi bir düzende de kötü olmak, istisnalar dışında çok zor bir iştir.

Bugün ülkemizdeki bütün huysuzluk ve huzursuzlukların temel kaynağı bu batıl ve berbat rejimin kendisidir.

“De ki herkes ancak kendi tabiatına göre iş yapar. (O bakımdan) kimin en doğru yolda olduğunu Rabbimiz daha iyi bilir”[116] ayeti de hem kötü niyetli ve bozuk karakterli insanlardan hayırlı ve haysiyetli davranışlar beklenemeyeceğini, mizacı ve maneviyatı sağlam kişilerden de kolay kolay çirkin ve çürük hareketler zuhur etmeyeceğini bildirmektedir.

Hem de “iyi bir düzenden kötü neticeler, kötü bir düzenden de yine iyi neticeler asla çıkmayacağına” işaret edilmektedir. Hangi kanun ve kuralların daha doğru ve daha adil olacağını ise elbette en iyi Cenab-ı Hak bilmektedir. Bu ayet aynı zamanda “insanların kabiliyet ve karakterine uygun bir çalışma düzeni ve toplum içinde tabii bir iş bölümü kurulması” gerektiğine de işaret etmektedir.

Bugün rüşvet almak ve adam kayırmak suretiyle, görev ve yetkilerin ehil ve emin olmayanlara dağıtılması sonucu, devlet çarkının tıkanması da, yine bu bozuk düzenin ve batıl düşüncesinin neticesidir.

“Kim (ve Hangi kavim) benim zikrimden (ve Kur’an düzeninden) yüz çevirirse, onlar için (dünyada) geçim darlığı muhakkaktır. (Ahirette de) kör olarak mahşere kaldırılacaktır”[117] ayeti de açıkça beyan ediyor ki bugünkü işsizlik, fakirlik ve sefaletin, anarşi, ahlaksızlık ve diğer rezaletlerin temel sebebi Kur’ani kuralları terketmek ve batıl kafaların peşinde gitmektir.

Kur’an’a dayanmayan ekonomik, sosyal ve siyasal düzenler geçim darlığının, dengesiz gelir dağılımının, anarşi ve ahlaki bunalımın kaynağıdır. Faizi, kumarı, karaborsayı mübah sayan, fuhuşu gelir vasıtası yapan bir düzenden bolluk ve bereket beklemek zaten ahmaklıktır.

Bu batıl düzen, toplumu ibadet ve istikamet yolundan da uzaklaştırmış, gönüllerimiz ve ruhlarımız gıdasız kalmış ve kararmıştır.

“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince (İşte bunu yapanlar gelirlerini) kat kat artıranlardır”[118] ayeti de faizci düzenlerde yatırımların duracağını, üretimin azalacağını, ama zekât vergi sistemini uygulayan faizsiz düzenlerde ise yatırım ve üretimin otomatikman artacağını, fakirlik ve işsizliğin ortadan kalkacağını anlatmaktadır.

Zaten “Yoksa sen onlardan bir haraç mı istiyorsun? Hâlbuki Rabbinin (koyduğu zekât) vergisi daha hayırlıdır”[119] ayeti de gösteriyor ki, hükümetlerin servetten ve üretimden alınan tek tip zekât vergisi dışında yeni vergiler koyması zülüm ve haksızlıktır.

Bugünkü vergiler bir nevi haraç ve zorbalıktır ve halkımız zorla soyulmaktadır.

Mevcut faizci ve haksız vergici düzen, toplumun alın terini ve emeğini sömürerek servetin belli ellerde toplanmasını sağlamaktadır. Çağdaş Karun’lar ise “Biz bu mal ve servete ancak kendi bilgimiz ve becerimiz sayesinde ulaştık”[120] demekte ve insanları aldatmaya çalışmaktadır. Hâlbuki onları bedavadan zengin eden bu hile rejimi ve hırsızlık düzenidir.

“Biz (haram ve haksız yollarla kazanılmış) bol geçimi ile şımarıp azmış (fuhuş ve fesatlığa dalmış) nice ülkelerin halkını helak ettik”[121]  ayeti bugünkü Karun’ların ve sosyete sapıklarının da yakında çürüyüp döküleceklerini göstermektedir.

“Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret ne de bir alışveriş onları Allah’ı zikretmekten (ve hükümlerini yürütmekten), namazlarını gereği gibi kılıp zekâtlarını vermekten asla alıkoymaz”[122] ayetinin ifade ve işaret ettiği gibi, ibadetle dürüst çalışmanın, maneviyatla sosyal hayatın uyumlu bir bütün halinde yeniden düzenleneceği bir düzen mutlaka gereklidir.

Bu hile ve hırsızlık rejimi mutlaka değişmelidir.

“Ve kendi halkına hilekârlık yapan idareciler asla cennete sokulmayacaktır.”[123]

Ve tabi “Kendi özünü değiştirinceye kadar, Allah’ın herhangi bir kavmin durumunu değiştirmeyeceği”[124] gerçeği de asla unutulmamalıdır.

“Her kim güzel bir (işe ve haklı bir gidişe) destek ve aracı olursa, onun da hayırlı neticeden nasibi vardır. Her kim de kötü bir (işe ve yanlış bir gidişe) destek ve şefaatçi olursa onun da (zararlı neticelerden) sorumluluğu ve sıkıntısı olacaktır. Allah herşeye karşılığını verecek (ve herkes ettiğini bulacaktır)”[125] ayeti de herkesin kendi sevdiği ve seçtiği düzenin neticelerine katlanmak zorunda olacağını ikaz buyurmaktadır.

Faiz ve soygun düzeni bataklıktır, mikrop yatağıdır. Bataklığı kurutmadan sivrisineklerden kurtulmak imkânsızdır.

 Bu kirli zihniyeti ve bu köle düzenini savunan partilere hâlâ oy verecek olanlar, belasını istiyor demektir.

Evet, evet!. İçkici devletten insaf ve istikamet beklemek, sarhoş şoförden selamet gözlemek gibidir. Faizci düzenden bereket ummak, tefeciden merhamet dilenmeye benzemektedir. Piyangocu zihniyetten zenginlik istemek, kumarcıdan kazanç gözlemektir. Kerhaneci sistemden saadet beklemek, genelev karılarından keramet beklemekten beterdir!

Kısacası, kokuşmuş bir nizamdan kurtuluş arayanlar, şeytandan şefaat umanlardan daha zavallı kimselerdir.

Bu düzeni savunmak değil, bu haksızlıkları değiştirmek ve düzeltmek için çalışmamak bile günah ve kötülük olarak bir insana yetmektedir.

Çünkü; “iman edenler (Kur’ani adalet kurulsun diye) Allah yolunda çarpışırlar. İnkâr edenler ise (zulüm ve sömürü düzeni yürüsün diye) tağut yolunda çalışırlar. Öyle ise (gerçekten iman ediyorsanız) şeytanın askerleriyle savaşın (ve korkmayın, zira) şeytanın hilesi (batıl düzenlerin temeli) zayıftır.”[126]

Bu ilahi uyarılardan açıkça anlaşılıyor ki:

1. İçki, kumar, faiz ve fuhuş düzenini savunanlar şeytanın askerleri ve avaneleridir.

2. Gerçekten iman edenler ise evrensel hukuk nizamı kurulsun diye çalışan ve çırpınan kimselerdir.

3. Kur’an’ın adalet kuralları yürüsün diye teşkilat disiplini içinde çalışmayanlar, dolaylı olarak şeytanın düzenine yardımcı olmuş sayılırlar ve suçludurlar.

İşte görüyorsunuz ki, insanın gerçek ayarı, taraftarlığı ile ortaya çıkmaktadır.

Yani bir insan, haksız ve ahlaksız rejimin devam etmesini mi istiyor?

Yoksa adil bir düzenin gelmesine mi çalışıyor? Sorusunun cevabı, onun değerinin göstergesidir.

Evet, çaresi yok. Ya biz bu dengesiz düzeni değiştireceğiz. Ya bu düzen bizi değiştirecek, imanımızı ve insanlığımızı dejenere edecektir!

O halde geliniz. Önümüzdeki ilk seçimde soyguncuları sandıkta boğmak için... kötülüğü ve karanlığı bu ülkeden kovmak için... Yeniden İslam’la dirilmek, yeniden mutlu bir medeniyete doğmak için elbirliği edelim... Nemelazım demeyelim, çünkü son pişmanlık para etmeyecektir.Her din ve düşünceden, bütün insanların her yönden huzur bulacakları bir düzen için çalışmak; en büyük ibadettir.

Artık Gönüllerin fethi için yollara çıkılmalıdır!.. Haydi haktan ve halktan yana olduğumuzu göstermek zamanıdır...

Kendimizi Allah’a sevdirmek ve mazlumların duasını elde etmek amacımızdır.

İnsanlığımızı göstermek ve nefsanî duygularımızı  tepelemek zamanıdır!.. Unutmayınız ki ne kadar çok gayret edersek, o kadar az hasret çekeceğiz...

Zulüm düzenleriyle ve hıyanet ehliyle ne kadar mücadele edersek, dünya ve ahirette o kadar şeref kazanacağımızı bilmeliyiz.

Evet asla unutmayalım ki İman, Hakka Taraftarlıktır

1-      Hem, Kâinat düzeninde,

2-      Hem, Dünya sisteminde,

3-      Hem, Devlet idaresinde,

4-      Hem, Partiler düzeyinde,

5-      Hem de Teşkilat içerisinde.

Yani bu beş mertebenin hepsinde Hakk’a ve haklıya taraf olmadıkça ne iman olgunluğuna ve ne de vicdan huzuruna erişilemez.

1- Kâinat düzeninde Hakk’a taraftarlık:

Yerde ve göklerde bulunan atom zerrelerinden, güneş ve galaksi kütlelerine kadar herşeyi yapan, yaratan, yaşatan, her an sahip çıkan, varlıkta tutan... Ezeli takdir, tanzim ve taksim planına göre düzene koyan bizzat Cenab-ı Hak olduğuna iman etmek...

Her şeyde ve her yerde O’nun güzelliklerini ve yüceliklerini görmek, kudret ve rahmet eserlerini seyretmek...

Olanları ve olayları kör ve şuursuz tesadüflere veya tabiat güçlerine havale edip inkâra ve isyana düşmemek.

Zira tabiat dedikleri bizatihi kuvvet ve kudretin kaynağı değil, Allah’ın tayin ve takdir buyurduğu kanunlar manzumesidir.

2- Dünya sisteminde Hakk’a taraftarlık:

Yeryüzünde inkârcı ve sömürücü zalimlerin değil, inançlı ve adaletli mü’minlerin hükümran olmasını savunmak ve bunun için çalışmak gerekir.

Askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik gücün ve üstünlüğün Müslümanların elinde olmasını istemek ve bu amaçla İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, İslam Askeri Savunma Paktı, İslam Dinarı, İslam İlim ve Kültür İşbirliği gibi teşkilatların bir an evvel kurulmasını arzu etmek, imanın tabii meyveleridir.

Tam tersine dünya hâkimiyetinin Siyonist çevrelerin ve barbar batılı güçlerin elinde olmasına razı olmak ve onların kurduğu şeytani teşkilatları beğenmek ve sahip çıkmak ise, şeytana tarafgirliktir ve kalbi bir rahatsızlığın ifadesidir.

Artık dünya küçülmüş, bütün ülkeler hemen her yönden birbirleriyle bağlı ve bağımlı büyük bir aile halini almıştır. Öyle ise bu dünya iki tane güç merkezine dar gelecektir. Ya Siyonizmin zulüm ve sömürü saltanatı devam edecek veya İslam gelecek bütün yeryüzünde Hak ve adalet düzenini yürütecektir.

3- Devlet idaresinde ve ülke siyasetinde Hakk’a taraftarlık:

İslam, hem Hak ve hakikat dinidir,  hem de İnsanlığa bir adalet ve saadet düzeni önermektedir.

Dünya işlerinin ve hukuk prensiplerinin İslam’dan tamamen ayrılması, vücuttan ruhun ve aklın çıkarılması gibidir.

İlahi dinden, aklıselimden, müsbet ilimden, vicdani tatminden, tarihi tecrübe ve birikimden ve hazır medeniyet verilerinden uzak olarak şeytani amaçlar ve nefsanî arzularla hazırlanan bozuk ve batıl sistemleri, barış ve bereket esasına dayanan İslami prensiplere tercih edenler Kur’an diliyle kınanmış ve münafıklardan sayılmıştır.[127]

4. Partiler düzeyinde Hakk’a taraftarlık:

Ülke yönetimine talip olan partilere makam ve menfaat açısından değil, hizmet ve zihniyet bakımından yaklaşmak, imanın ve insanlığın icabıdır. 

Çünkü, Müslüman her konuda ve her konumda İslam’dan ve mazlumdan yanadır. Zira: 

“(İnsanları) Allah’a (dinine ve düzenine) davet eden (her hususta hayırlı ve yararlı) salih ameller işleyen ve “Ben  (hem Müslümanım, hem de) Müslümanlardan (yanay)ım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”[128] 

Bu konuda başımızdan geçen çarpıcı bir olayı anlatmak istiyorum. 

Demokrat’ın devamı olduğu gerekçesiyle Adalet Partisi’ni destekleyen ve Rahmetli Menderes’e aşırı taraftarlık gösteren ibadet ve hizmet ehli bir yakınıma sormuştum: 

—Bu millete ve memlekete zerre kadar hayrı ve hizmeti geçen herkesi biz de sever ve sayarız. Ancak sizin Menderes’e karşı aşırı muhabbetinizin özel bir sebebi var mı?

Bana “Evet” dedi. “Menderes, hiçbir şey yapmadı ise, en az otuz tane İmam-Hatip okulu açtı” şeklinde cevap verince, kendisine: 

—Bak dostum., senin ya aklın bozuk, ya da vicdanın” deyince bana darılmış ve nereden böyle bir kanaate vardığımı öğrenmek istemişti.  Kendisine sordum:

—Söyle bakalım: “otuz” mu çok yoksa  “üçyüz” mü?

“Ben çocuk muyum,  elbette üçyüz daha fazladır?” karşılığını verdi. 

Biz de kendisine:

—Tamam, anlaşılan aklın yerinde... O zaman vicdanın bozuk! Çünkü 400 milletvekili ile 10 yıl iktidarda kalıp, sadece 30 tane İmam-Hatip okulu açan bir şahsı bu kadar seviyorsun da, 50 milletvekili ile 3–4 yıl hükümetlere ortak olup tam 300 tane İmam-Hatip okulu açan kimseleri sevmiyorsan, üstelik aleyhinde konuşuyorsan bu senin vicdanının bozukluğunu göstermez mi? Deyince yüzü kızarmış ve susakalmıştı...

5. Teşkilat içerisinde Hakk’a taraftarlık

Ülke genelinde haklı ve hayırlı bir partiyi desteklediği halde, o teşkilat ve cemaat içerisindeki her türlü tayin ve terfi konularında, en layık olanı değil de kendi işine geleni tercih edenler de imtihanı kaybederler. Aklına ve vicdanına göre herhangi bir göreve “en uygun” bulduğu kimseleri bırakıp,  kendisine yarayacak kişileri över ve ileri sürerse, vicdani ayarını bozmuş ve eninde sonunda belasını bulmuş olurlar. İslam’ın ve insanlığın geleceğini şahsi menfaatlerinin üstünde görmeyenler, Allah davasını dünyalık heveslerine alet ve istismar edenler, bazı basit ve geçici neticeler elde etseler de Allah’ın rızasından ve iman huzurundan mahrum kalırlar. 

“Onlar (bulundukları) yer içinde (siyasi ve iktisadi nüfuz ve üstünlük sağlayarak) böbürlenip büyüklük taslamak, (arkadaşlarına ve başkalarına) kötü tuzaklar kurmak (istiyorlar). Hâlbuki kötü tuzakların ancak sahibinin başına dolanacağını (bilmiyorlar). Onlar  (kendileri gibi hile ve tuzak kuran) önceki kavimlerin kanunundan  (ve onların çarptırıldığı cezadan) başkasını mı bekliyorlar? (veya hile ve hıyanetleri yanlarına mı kalacak zannediyorlar. (Oysa) Allah’ın sünnetinde (Ezeli adalet ve hikmet takdirinde) ne bir değişme bulabilirsin. Ne de bir sapma görebilirsin!”[129] 

Münafık Düzeni ve Sömürü Sistemi

Ülkemizde “Mafya-Medya ve Mason” işbirliği ile kurulan ve hiç ilgisi olmadığı halde Atatürk’e maledilmeye çalışılan bu günkü sömürü saltanatı, bir dörtlükte şöyle anlatılıyor:

“Bu düzen ne düzenmiş

Müslüman’a düzenmiş

Düzenbazın büyüğü

Bu düzeni düzenmiş!

Evet,  İnci  babalarla, dinci  babaların aynı  çizgide  kucaklaştığı bir düzen!...

MAFİA babalarının cumhurbabalarla  dost yaşadığı bir düzen!..

Kulüp kaptanlarının  başbakanlara  danışmanlık yaptığı bir düzen!..

Meclis başkanlarının mason localarından talimat aldığı bir düzen!..

Pavyon kabadayılarının parti  başkanlarına  akıl dağıttığı bir düzen!...

Vatan hainlerinin  ve anarşistlerin milletvekillerine  önderlik yaptığı bir düzen!...

Vergi kaçakçılarının ve devlet dolandırıcılarının “Bankalar bakanı” yapıldığı bir düzen!.. Yani ciğerin canavarın boynuna asıldığı ve kurtların kuzulara çoban yapıldığı bir düzen!.. 

Genelev patroniçelerine ve pezevenklere  madalya takıldığı, ama cami kürsüsünde ayet ve hadis meali  okuyan hocaların hapislere  tıkıldığı bir düzen!...

Uzun yıllar  hükümet olacak partiyi Hürriyet gibi Siyonist gazetelerin, bakan  olacak kimseleri  de TÜSİAD  gibi masonik derneklerin atadığı bir düzen!..

İslamı  savunmakla devlet  düşmanlığının, tesbih çekmekle  tetik kullanmanın  aynı  suç  sayıldığı, dinini  yaşamak ve korumak isteyen herkesin terörist  diye  algılandığı bir düzen!..

Rantiyecilerin, masonik partilerin ve batı kulüpçülerin devam ettirmek için dört elle sarıldığı ve ne yazıktır ki pek çok gafil Müslümanın da, sözde hep karşı çıktığı halde, ama maalesef devamından yana oy kullandığı bir düzen!...

Hırsızlığın gözü  açıklık, hıyanetin kahramanlık, hilekârlığın ve rüşvetin “işbilir vatandaşlık” diye  anıldığı bir düzen!..

Rusya’nın hatırına Karabağ’ın Ermenistan’a, Amerika’nın ve Avrupa’nın hatırına Kıbrıs’ın Yunanistan’a satılmağa çalışıldığı bir düzen!..

Kendi vatandaşını aç bırakıp Ermeni dostlarına (!) yüzbinlerce ton buğdayın hediye olarak postalandığı bir düzen!..

Tarihi sorumluluklarımız,  kültürel bağlarımız ve milli  çıkarlarımız söz konusu  olduğu halde  Bosnaya-Kosova’ya,  Azerbaycan ve Filistin’e sahip çıkamazken, zalim Amerika’nın  işgal  ve sömürü güçlerine bekçilik yapsın diye  askerlerimizin Somali’ye  yollandığı bir düzen!...

Velhasıl; bütün 

Nemrutları, Firavunları, Karunları.. mezarından kaldırsak

Komünistleri,  Kapitalistleri, Siyonistleri bir araya toplasak

Kumarcıları, Karaparacıları, kerhanecileri, 

Faizcileri, fahişeleri, feministleri de yardımcı yollasak 

Evet, hepsi birden biraraya gelip otursalar, günlerce konuşup karar kılsalar, bu  sömürücü ve sansürcü uygulamadan daha kötüsünü ortaya koyamazlar!...

Gayrı ne diyelim? Daha  nasıl izah edelim?..

Bu MAFIA düzenini düzenleyen utansın,

Bu,  MASON düzenini destekleyen utansın!..

Evrensel Hukuk kuralları yürüsün diye 

Yapılan  gayretleri  köstekleyen utansın!..

Sakın yanlış anlamayınız ve asla unutmayınız!

Her kesimi  ve her  kökeniyle  bu millet bizim milletimiz!.. Her karış  yöresi  ve her bölgesiyle Türkiye  bizim memleketimiz!..

Elbette ve kesinlikle bu devlet bizim devletimizdir. Ama maalesef halka ve Hakka rağmen dayatılan ve uygulanan bu sistem sorunlarımıza çözüm değil, bilakis düğüm getirmektedir. Yeni sorunlar üretmektedir. 

Biz, hepimiz, milletimizin hamisi, devletimizin sahibi, memleketimizin fedaisiyiz!.. Ama bizim olmayan, bize huzur ve hürriyet sağlamayan bu bozuk ve barbar uygulamaları değiştirmek ve düzeltmek  mecburiyetindeyiz!..

Bu nedenle: 

Ya “Mert”ce (erkek gibi) gayret edeceğiz,

Ya “meret”ce (kancık gibi) sürüneceğiz”!..

Bunlar Kimdir?

1960 yılında 27 Mayıs ihtilalini yapan, Menderes’in ve arkadaşlarının asılmasına yol açan ama sahip çıkamayıp ve Türkiye’nin Komünistlere ve katmerli CHP zihniyetine teslim edilmesine sebep olan kimlerdir?

1980 öncesinde ülkemizi korkunç bir kardeş kavgasına ve sağ-sol kargaşasına bulaştıran ve binlerce gencimizin bir hiç uğruna ölmesine sebep olan ve hatta Elazığ, Erzincan, Sivas, Çorum, Yozgat gibi hassas illerimizde Alevi-Sünni çatışmasını kışkırtmaya ve kullanmaya çalışan, din düşmanı ve vatan haini komünistleri meşhur eden ve meşrulaştıran CIA ve MOSSAD’ın güdümünde kullanıldıklarını iş işten geçtikten sonra anlayan kimlerdir?

1990’larda PKK’nın resmi partisi olan SHP ortaklı bu koalisyona kayıtsız şartsız destek veren ve her türlü yanlı ve yanlış icraatlarını haklı gösteren kimlerdir?

Mazlum Azeri Müslümanları katletmeğe devam eden Ermeni dostlarına yüzbinlerce ton buğday verenleri, silah ve ilaç gönderenleri alkışlayan kimlerdir?

Bu partiye oy veren saf ve temiz insanlarımıza sahip çıkmak, onların duygu ve değerlerine tercüman olmak ve bazı merkezlerin istismarından kurtarmak ve de inançlı kesimi birleştirmek ve barıştırmak amacıyla 1991 genel seçimlerinde büyük bir özveriyle yapılan seçim ittifakının hemen arkasından, hiçbir ciddi ve tutarlı gerekçe göstermeden RP’den ayrılan ve kendi aralarında da bölük pörçük olan ve üst kademe yöneticilerinin makam ve menfaat hırsıyla bütün ülkeyi maddi manevi yönden felakete sürükleyen bir koalisyona koltuk çıkan kimlerdir?

Güneydoğudaki Kürt kardeşlerimizin yeniden devletle kucaklaşmasının, Türk kardeşleriyle barışıp kaynaşmasının yegâne çaresi olan İslam reçetesine karşılık fesatçı ve fırsatçı ırkçılık damarıyla tekrar meydana çıkan ve ortalığı bulandıran kimlerdir?

Milli Görüşü en büyük düşman ilan eden soldaki PKK’nın sağdaki fotokopisi ve İslami düşüncenin en hırçın köstekçisi kimlerdir?

Bir yandan sahte vatanperverlik çığlıkları atan öbür taraftan Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılıp kendi Milli kimliğinin Hıristiyan potasında eritilmesine çalışan gafiller kimlerdir?

Çürük ve çağdışı bir ırkçılık temeline dayanan Kafatasçılık düşüncesiyle koca Osmanlı İmparatorluğunu yıkan ve milletimizi bu dar coğrafyaya sıkıştıran ve şimdi de Türkiye’mizin sadece bölgesel değil,  aynı zamanda evrensel bir güç ve medeniyet merkezi olmasına mani olan ve İslam alemine yeniden lider ve lokomotif yapılmasının yolunu tıkayan hangi zihniyettir?

Faziletle koalisyon kurup başbakan olmaktansa Ecevit’e ve uğursuz hükümetine baston olmayı tercih edenler... Mitinglerde erkeklik taslayıp, Mecliste ve hükümette ürkeklik ve döneklik gösterenler kimlerdir?

Fazla söze ne hacet... “Ayinesi işidir kişinin lafa bakılmaz-Yani yaptıkları işler insanların gerçek kimliğini ve karakterini gösterir. Boş söz ve iddiaları kıymete alınmaz”.

Öyle ise iyice düşünün ve insafla karar verin ve söyleyin: Çek senet MAFİA’larının, bar pavyon kabadayılarının meşhurları kimlerdir? Samimi milliyetçileri ve MHP’lileri istismar eden kimlerdir.

Yerli diriliş hareketinin ve Milli Görüş düşüncesinin diğer düşmanlarına gelince:

1- Türkiye’mizi de Büyük İsrail sınırları içine katmak hayalinde ve idealinde olan Yahudi Siyonizmi Milli Görüşün en azılı düşmanıdır. 

2- Bütün Hıristiyan Haçlı sürüleri Avrupa ve Amerikan Emperyalizmi Milli Görüşten şiddetle korkmaktadır. 

3- Mason Localarının, MAFİA babalarının ve tüm karanlık odakların ve kiralık adamlarının, Milli Görüş iktidarından ödleri patlamaktadır. 

4- Genelev patroniçesi Manukyanların, faizci ve kumarcı kodamanların ve tüm uyuşturucu ve silah kaçakçılarının ortak düşmanı Milli Görüş olmaktadır. 

Öyle ise Milli Görüşe düşman olanlar, kimlerin safında yer aldıklarına dikkat etmek durumundadır. 

İşte bu yüzden, Türkiye’de Milliyetçilik perdesi altında Türk ırkçılığı gütmek kadar bu aziz millete yapılacak daha büyük bir kötülük düşünemiyorum. Bu yanlışlık Kürtçülük yapan PKK’nın ekmeğine de katık olmaktadır.

Zira bu ülkede Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Zazalar, Abazalar, Araplar, Arnavutlar, yerliler, göçmenler... gibi pekçok farklı kökenden insanlar İslam potasında kaynaşmış, çok özel ve güzel bir milli mozaik oluşturmuştur.

Türkiye bizim vatanımızdır. Türkçe resmi ve rehavetli lisanımızdır. İnancımız, ortak paydamızdır. Kur’an kutsal kitabımız ve ilahi yasamızdır. İslam, dinimiz, dengemiz ve ahlâkımızdır. 

Ve artık tanıyın! Bu mübarek ve muhteşem milleti bozmaya, ortak paydalarımızı dağıtmaya, ırkçılık damarıyla ortalığı karıştırmaya ve İslami dirilişi yozlaştırmaya çalışanlar kimlerdir?




DÜZENİN DAVULUNU ÇALAN HOCALAR


Geçen yıllarda TRT–1 de yayınlanan Ateş Hattı programını dikkatle ve hayretle izledik. Bizim ve programı izleyen yüzbinlerin kafasında oluşan soru işaretlerini giderecek ve hüsnü zannımızı devam ettirecek bazı açıklamalara ihtiyaç duyduğumuzdan bununla ilgili sorularımızın cevabını Fetullah Hoca’dan hala alabilmiş değiliz.

1-      Öncelikle aynı program içerisinde birbirine tezat ve tenakuz teşkil eden sözlerini nasıl telif edeceklerini hala merak ediyoruz. Zira;

a) Bir yandan “Ülkeyi şimdiye kadar değişik yerlerde idare etmiş olan Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hikmet Çetin’le görüşme talepleri büyük ölçüde benden geldi...  

 Onlar bize gelmek istedikleri zaman bile, devlet büyüklerine karşı olan terbiyem nedeniyle, ben onları ziyaret etmeği münasip gördüm” diyordu!... Ama sıra RP Lideri Erbakan Hoca’ya gelince bu sefer “Arzu ederlerse onunla da görüşürüm...” cevabını veriyordu.

Şimdi acaba, Erbakan Hoca, diğer Parti Liderleri kadar görüşülmeğe değer bulunmadığı için mi, yoksa onların yanına kendileri gittiği ve bizzat görüşme talep ettiği halde, Hoca’nın özel davetini mi bekliyordu? Yoksa, “Zaten ilim ve istikamet yönünden Erbakan Hoca’nın diğerleri gibi bana ihtiyacı yok... Biz zaten dolaylı da olsa Hoca’nın savunduğu davaya hizmet ediyor ve işlerini kolaylaştırıyoruz, demek mi istiyordu? (Ve daha sonra Erbakan, başbakan olarak davet ettiği halde bile acaba niye gitmiyordu?)

b) Bir taraftan, “Türkiye’deki ve Ortaasya Cumhuriyetlerindeki okullar ve yurtlarla, Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonuyla direk bir ilgim ve irtibatım yok” diyordu, Bir taraftan da bu okulların sayısı, yerleri, müfredat programı hatta Atatürk köşelerine ve büstlerine varıncaya kadar ayrıntılı bilgi veriyordu!

Ve Üstelik “zaman”da bir yazar THK aleyhine bulunmuşsa, göstersinler, bizde arkadaşlarla oturup onu telafi edelim” buyuruyordu!?

c) Hem “takiyye” yapmayı kendi açısından münafıklıkla ve hatta küfürle aynı gördüğünü söylüyordu.

Hem de Atatürk hakkında “O askeri ve idari bir dahidir” ve O”nun kurduğu Laik cumhuriyet esaslarına karşı şimdiye kadar söylediğim ve yazdığım tek bir kelimeyi göstersinler, bu ülkeyi terkederim “diyordu.

Hâlbuki talebesi ve temsilcisi olduğunu iddia ettikleri üstat Bediüzzaman Hz.lerinin, bazı kişiler ve rejimleriyle ilgili sözleri ortada duruyordu ve herkesçe biliniyordu.

Öyle ise bu konuda zatı âlileri:

                                 I.      Üstadı yanılmış ve hata yapmış mı kabul ediyordu?

                               II.      Yoksa, hala “takiyye”mi yapıyordu?

2. İslam büyükleri ve özellikle Bediüzzaman Hazretleri keramet izharından ve kendi reklâmından şiddetle sakındıkları halde:

“İhtilal döneminde, güvenlik güçleri beni ararken askeri kışlalara gidiyor, arkadaşları ziyaret ediyordum. Ama yakalanmıyordum!?

“Edirne de imamlık yaparken, caminin penceresinde inzivaya çekilip üç sene orada yaşadım”

“Benim gibi Rabbıyla münasebet kurmuş ve aradığını bulmuş bir insanın bulunduğu makamdan iki basamak aşağı inerek siyasetle  uğraşması yakışıksızdır!? Gibi nefsini öven ve manevi rütbelerini sergileyen bu tavırlara niçin ve nasıl tenezzül ediyordu?

3. Hz. Üstad, siyasetle İslam”a hizmet etmeği,”topuzla Nur’u birlikte yürütmeği her babayiğidin beceremeyeceğini, bunu başarabilmek için ya Nebi gibi masum ya da Hulefai Raşidin ve Ömer ibni Abdul Aziz-i Emevi gibi çok yüksek bir zühdü takva sahibi olmak gerektiğini” söylediği ve kendisinden sonra gelecek Zat’ın siyaset dairesinde de faaliyet yapacağını müjdelediği halde, bu Hoca efendi siyaseti, kendi mertebesinden birkaç basamak aşağıda görüyor ve ziyaret ettikleri ve halen siyasetle uğraşan çoğu mason devlet adamlarına hürmet ediyordu. Şimdi acaba:

a) Kendilerinin rütbeleri mi, üstadın işaret ettiği zatlardan daha yüksek bulunuyordu?

b) Yoksa o zatlar mı (haşa) düşük ve değersiz siyaset işleriyle uğraşıyordu?

4. Bülent Ecevit’in. “Hoca Efendinin M.E.B. Müfredat Programına uygun olarak Türkî Cumhuriyetlerde açtığı okullar, bu ülkeleri şeriatçı gurupların tuzağına düşmekten onları kurtarmıştır...” sözlerine karşı sukut ediyordu. Acaba bu iddiayı kabul mü ediyordu?

5. Konuşmalarının bir yerinde gülerek ve küçümseyerek “Bazı radikal Müslümanlar (ressam) Picasso’yu ne kadar tanıyorlar, bilemem? Buyuruyordu!

Acaba, şuurlu, onurlu ve olgun bir Müslüman sayılmak için Picasso’yu tanımak gerektiğini Edille-i Şeriyeden mi yoksa Nur Risalelerinden mi çıkıyordu?

Evet hala bu sorular cevap bekliyordu!..

ABD-Hocaefendi işbirliği…

“Hem Irak Hem Kıbrıs satılıyor!..”

Şah henüz İran’da rejimini muhafaza ederken ABD ile sıkı işbirliği içindeydi. Emperyalistlerin bölgemizdeki en büyük adamlarının İran Şahı olduğu gizli saklı bir şey değildi. İşte o dönemde ABD’ye göre Irak; düşman güçleri temsil ederdi ve dolayısıyla sürekli ”Terörü Destekleyen Ülkeler Listesi”nin başlarında yer verilirdi.

O dönemde Washington, Irak’la diplomatik ilişkisi bulunmadığından işlerini Belçika Büyükelçiliği vasıtasıyla sürdürmektedir. Belçika’nın bölgeye özel bir sempati duyduğu da bilinmektedir. Bir dönem Belçika Büyükelçiliği’nde çalışan William Eagleton isimli şahıs 1949’da diplomatlık ünvanı kazandıktan sonra Şam Büyükelçiliği’nde müsteşar olarak gönderilmişti. 1954–55 yılları arasında Kerkük’teki konsoloslukta enformasyon görevlisi olarak hizmet verdi. Bu vesileyle bölge insanıyla ilk ciddi temaslara başladığı dönemdi. Daha sonraları Tunus’ta, ABD Dışişleri’ne bağlı dil okulunda Arapça eğitim aldı. 1978-80’de Trablus’ta maslahatgüzarlık yaptı. Buradan Irak’a atandı. 1980–84 arası bu işi yürütürken sürekli Kerkük, Musul ve Süleymaniye’ye gidip dolaştı. Konuyla ilgili çok geniş bir araştırma yapan ve tüm bu ilişkileri bir kitapta toplayan gazeteci Turan Yavuz, Eagleton’ın bu bölgede ne aradığını soranlara “Kürt halı ve kilimleri üzerine inceleme yapıyorum” dediğini saptadı. Irak istihbaratı ise bu kişinin aynı dönemde sık sık Güneydoğu Anadolu’ya geçtiğini ve PKK ile münasebetlerini ortaya çıkardı.

İran’daki rejim değişikliğinden sonra en önemli müttefiğini kaybeden ABD, 1984’te iki ülke arasındaki savaşın kızıştığı bir dönemde Irak’ı birden bire “Terörü Destekleyen Ülkeler” listesinden çıkartıp bu ülkeyle diplomatik ilişkiler başlattı. ABD’nin Irak’ı terör listesinden çıkarttığı bu dönemin en dikkat çekici olayı ise, PKK terör örgütünün Irak’taki Barzani kamplarında eğitim gördükten sonra Türk topraklarına geçerek güvenlik güçlerimizle silahlı çatışmayı başlatmasıdır.

Sözünü ettiğimiz kişi tam bu dönemde Öcalan’ın yaşadığı Şam’a büyükelçi olarak atanıyor. PKK ile doğrudan ve daha sık ilişki kurmaya başlıyor. Aynı zamanda, şimdi ABD’de yaşayan bir Hocaefendi ile özel münasebetleri de tespit ediliyor!..

1988 yılı Türkiye ile ABD arasında önemli bir dönüm noktası oluşturuyor.

Dünyada insan haklarını izlemek iddiasıyla ihdas edilmiş olan Helsinki İzleme Komitesi 1988’de Türkiye ile ilgili çok küstah bir rapor hazırlıyor. Raporda “Kürdistan’ın işgal altında olduğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki insanların isyan halinde bulunduğu, dolayısıyla Türk hükümetinin sivillere harp hukukuyla ilgili 1949 Cenevre Sözleşmesi uyarınca muamele etmesi gerektiği” ileri sürülüyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı insan hakları raporu tam bu tarihte Helsinki izleme Komitesi’nin raporuyla birebir benzerlik taşıyor. Bakanlığın raporunda “Türk hükümeti Lozan Antlaşması’yla herkesin yaşam hakkı ve özgürlüğünü, din, dil, ırk ve milliyet ayırımı yapmaksızın tam anlamıyla güvence altına alma yükümlülüğünü üstlenmiştir.” denildikten sonra “Buna karşın Türk olmayan ve etnik kökenden gelen kişilerin toplumun ana dokusu içinde eritilmelerine çalışılması, Türk hükümetlerinin eskiden beri uyguladıkları bir politika olmuştur.” denilerek tarihte İslam kardeşliği içerisinde Türklerle hep bir ve beraber yaşamış olan Kürtlerin azınlık olduğu ABD tarafından kabul edilmiş oluyor.

O dönemin dış politikada etkin isimlerinden İnal Batu ve Şükrü Elekdağ bu gelişmelere sert tepki göstermekle birlikte önemli bir yanılgıdan kurtulamıyor. ABD bu görüşlerin hepsini sıraladıktan sonra “Türkiye’nin toprak bütünlüğü korunmalıdır” deme cinliğini ihmal etmiyor ve dış politikamızı yönlendiren insanlar maalesef bunun iyiniyetli bir yaklaşım olduğunu zannediyor!.. Oysa ABD bu tanımlamayı Irak için de çok sık yapıyordu. Zaten Türkiye’nin bütün iyi niyetine rağmen dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Schifter gazetecilerin ısrarlı soruları karşısında “Lozan Antlaşması’nda yer almamakla birlikte uluslararası alanda kabul gören standartlara göre Kürtler, ulusal bir azınlık olarak bu hakların tanınmasına ve bunlara saygı gösterilmesine hak kazanmaktadırlar.” demekten geri durmuyordu.

Eagleton, 1974–76 arasında Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa İşlerinden Sorumlu Daire’nin başında bulunuyordu. Kıbrıs müdahalesi üzerine Türkiye’ye uygulanan haksız ambargo esnasında Kissinger takımında bulunuyordu...

Bütün bunları ABD’nin Irak serüvenine ışık tuttuğu için hatırlattık. William L. Eagleton’ın bölgemizle ilgisinin hangi siyasi amaçlara dayandığını hatırlatmamızın sebebi ise bu zihniyetin Kıbrıs’la da bir ilişkisinin olup olmadığını gündeme getirmektir. Evet PKK’yı kışkırtanlarda, Kürdistan’ı kurdurtanlarda, Kıbrıs’ı elimizden almaya çalışanlarda, aynı güçlerdir.

Zira Eagleton 1974–76 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa İşlerinden Sorumlu Daire’nin başındaki kişidir. Hatırlanacağı gibi bu aynı zamanda bizim Kıbrıs harekâtını yaptığımız ve ABD ambargosuna maruz kaldığımız dönemdir. Ambargo esnasında Kissinger’in ekibinde yer alan en hatırlı kişilerden biri de Eagleton’dı.

Abdullah Gül’ün Başbakanlığı döneminde ABD Savunma Bakanı’na “Hem Kıbrıs, hem Irak; ikisini birden bu millete izah edemeyiz” diye sızlandığı hatırlanacaktır. Gelişen olaylar ve tarihin tanıklığı ise bize sürekli “Hem Irak, hem Kıbrıs” deyip durmaktadır. Evet, her ikisi birden alimizden alınmaya ve Türkiye kuşatılmaya çalışılmakta ve AKP hükümeti’de taşeron olarak kullanılmaktadır.[130]



HZ. CEBRAİL PARTİ KURSA KATILMAYAN HOCA

MASONİK PARTİLERİ DESTEKLİYOR!


“Gerçi Onunla hiç karşılaşmadım. O’nunla şahsen tanışmadım, ama Cebrail bile gelip parti kursa onu desteklemem. Zira benim için önemli olan Türk toplumunun menfaatleridir.”

Bu sözler ATV’nin A Takımı programında Fetullah Gülen’in Savaş Ay’a söylediği sözlerdir. Evet, gözlerimle izledim, kulaklarımla dinledim ve bunların banda kaydedildiğini öğrendim...

Önce her Müslüman hiç bir meleğin ve hele Hz. Cebrail’in “Allah’ın buyruklarına karşı gelemeyeceklerini ve sadece emredilenleri yerine getireceklerini”[131] ve kendi irade ve arzularına göre iş görmeyeceklerini çok iyi bilir. Zaten bu “Meleklere imanın”   bir gereğidir.

Öyle ise, bu Hoca’nın dediği gibi, şayet Hz. Cebrail gelip bir parti kuracak olsa herhalde bu ancak Allah’ın izni ve iradesiyle olacak bir iştir. O halde Hz. Cebrail’in kuracağı partiye destek vermemek bizzat Allah’ın emrine karşı gelmek değil midir?

Yine Hz. Peygamber (sav) Efendimize vahiy getiren ve cenabı Hak’la aralarında elçilik eden Hz. Cebrail’in artık insanlar arasına girip bizzat iş görmesi muhaldir. Onun Allah’tan aldığı emir ve görevleri ancak Hz. Peygamber (sav) yerine getirir. Bu nedenle “Hz. Cebrail bile parti kursa desteklemem” sözü “Allah’ın (c.c) gönderdiği Peygamberi (sav) bile gelip parti kursalar desteklemem! sözüyle eş değerdir.

Hâlbuki “Siz eğer Peygambere karşı biri birinize arka verseniz (Onun davasını önlemek için birleşseniz yine boşuna. Çünkü) O’nun dostu Allah, Cebrail ve salih mü’minlerdir.”[132]

“De ki, her kim (herhangi bir şekilde) Cebrail’e düşmanlık eder (Ve onu inciterek söz ve davranışlar sergiler) ise, iyi bilsin ki Allah’ın izniyle, senin kalbine Kur’an-ı O indirmiştir.”[133]

Üstelik “Türk Milletinin maslahat ve menfaatını biz-haşa-Allah’tan daha mı iyi bileceğiz? Hz. Cebrail’in kuracağı partinin Türk Milletinin zararına olacağını nereden bilebiliriz ve bu iddiayı nasıl söyleyebiliriz?

Biz (haşa) Hz. Cebrail’i bile küçümseyen böyle bir seviye ve statüye nasıl erişebiliriz? Öyle ise “abd” liğimizi ve haddimizi (Kulluğumuzu ve kapasitemizi bilmeliyiz!

Peygamber (sav) bile Cebrail’in emrinden çıkmayacağına ve O’nun Allah’tan getirdiği emirlere uyacağına ve Hz. Cebrail’in de Allah’ın izni ve iradesi dışında hiçbir şey yapamayacağına göre kendinizi Cebrail’in bile üstünde gören bu sözleriniz neyin nesidir?

İfadelerinize göre “Cebrail’i hiç görmediniz onunla  tanışma şerefine erişmediniz!.. “Bu sözleri de sanki başka meleklerle tanışıyor ve buluşuyor havası içinde söylediniz.

Acaba devamlı görüştüğünüz ve çok samimi ilişkiler geliştirdiğiniz diğer meleklerden bazılarının adını ve adresini lütfeder misiniz?!..

Parti hususunda Hz. Cebrail’e gösteremeyeceğiniz ilgi ve iltifatı, Demirel, Özal ve Ecevit beylerden ve bazı sosyete hanımefendilerden esirgeyemeyişinizin hikmetini nasıl izah edeceksiniz?

Hâlbuki Üstat Bediüzzaman Hazretleri parti kuran Adnan Menderes’i açıkça desteklemiş ve onun müsbet yönlerini değerlendirmiştir.

Ve yine Üstad “Geniş dairede ve siyaset aleminde mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin geleceğini”[134] ve kendisini ziyadesiyle meşgul eden “Nur”un bu mutlu günlerin müjdecisi ve mukaddimesi olduğunu bildirmiştir. “İleride, şartlar olgunlaşırsa kurucu ve kurmaylarının yüzde yetmişi tam üteddeyin (dindar ve dürüst) bir ittihad-ı İslam partisinin siyaset başına geçebileceğini “ İfade ve işaret etmiştir.[135] 

Şimdi acaba Rahmetli Menderes mi (haşa) Cebrail’den daha büyüktür? Yoksa Hz. Üstad mı onu desteklemekle çok büyük bir hata işlemiştir?

Muhterem Hoca Efendi! Şunu kesinlikle bilmeliyiz ki;

Bütün insanlık aleminin maslahatı ve Türk milletinin menfaatı ancak ve yalnız İslamiyet’tedir ve Kur’an Medeniyetindendir.

Bizi maddi ve manevi bu günkü sefaletin içine iten mevcut Siyonizmin sömürü düzeni değişmeden ve bu zalim gidişi zorla sürdürmek ve milleti sindirmek için birleşen partileri terkedip Hakka ve hayra çağıranları desteklemeden yüzümüz gülmeyecektir.

“Cebrail bile parti kursa Onu desteklemem!..” sözü, derhal tövbe etmeyi gerektiren çok tehlikeli bir iddiadır...

Ve ey nice yıllarını iman ve Kur’an hizmetine vermiş “Nur’lu ve Onurlu kardeşlerim, ağabeylerim!...

Sizlerin iyi niyetini ve samimiyetini istismar ederek bu batıl ve barbar uygulamaları devam ettirmeğe çalışan partilere peşkeş çekmek isteyenlere sakın aldanmayınız! Birkaç kişinin hatırına, milyonların feryadına ve bedduasına razı olmayınız!..

“Ey Rabbimiz! Biz sadatımıza (din adamlarımıza) ve Küberamıza (devlet büyüklerimize) tabi olduk ta (maalesef) onlar bizi hak yoldan saptırdılar (Kur’an nizamının yerine Deccal düzenin peşine taktılar)

Ey Rabbimiz (Dünyamızı ve ahiretimizi mahveden bu din ve devlet büyüklerimize) iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle kahret”[136]  ayetlerinde ki gibi sonunda pişman ve perişan duruma düşmekten özellikle  sakınmalıyız!..



TÜRKİYE’DE İSLÂM’IN % 90’I VAR MI?

               

Din adamı veya ilim erbabı bilinen bazı Hoca Efendilerin “Türkiye’de yüzde doksan şeriat hakimdir” veya “bu ülkede İslamın yüzde doksanbeşi zaten uygulanıyor” gibi yanlış ve yanıltıcı ifadelerine cevap vermek ve düzeltmek mecburiyeti hasıl olmuştur.

Evet, bu ülkedeki insanların yüzde doksanbeşi Müslüman’dır, ama İslamın yüzde doksanı gerçekten uygulanmakta mıdır? Yoksa bu sözler toplumu aldatmayı ve uyutmayı mı amaçlamaktadır? Çünkü herkes biliyorki, Türkiye’de şeriat resmen ilga edilmiş ve kaldırılmıştır. Anlaşılıyor ki bazıları ülkemizdeki bozuk ve barbar uygulamaları ve Atatürk’ten sonra yerleştirilen gizli mandacılığı halkımıza İslam diye yutturmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu, AB’ye eyalet, ABD’ye vilayet olmayı, İslami hilafet kılıfıyla yutturmaktadır.

Fetullah Gülen gibi, bu iddianın sahiplerine siyasi, iktisadi, ilmi ve ahlaki hayatımızın tamamını kuşatan ayrı ayrı konularda İslam’ın uygulanıp uygulanmadığını tek tek soralım !...  Acaba ülkemizde;

1- Anayasalar yapılırken Kur’an dikkate alınır mı?

2- İlim ve eğitim programlarında Peygamberin sünneti hesaba katılır mı?

3- Radyo-televizyon yayınlarında “edep ve ahlak” esasları uygulanır mı?

4- Basın ve yayın politikamız ve programlarımız İslama göre hazırlanır mı?

5- Kılık ve kıyafet kanunu ve tatbikatı mı İslama dayalı? Mesela başörtüsü zulmü İslami adaletin icabı mı?

6- Yiyecek ve içecek tüzüğü ve uygulaması mı İslama uygun? Yoksa haberimiz yok filim ve dizilerdeki içki reklâmı yasaklandı mı?

7- Banka ve kredi sistemi faizden ve sömürüden kurtarıldı mı?

8- Toto-loto, piyango gibi Milli kumarlar ve batakhanelerdeki zilli kumarlar mı İslama uygun bulunuyor?

9- Hukuki kararlar neye göre veriliyor? Suç ve cezada hangi kriter ve kaynaklara dayanılıyor?

10-Ders kitapları dinimize ve ilmi değerlere uygun mu hazırlanıyor?

11- Okullardaki eğitim Kur’ani ve ilmi gerçeklere uygun mu? Yoksa hala maymundan türediğimiz mi öğretiliyor?

12- Diyanet işleri tüzüğü ve devlet görevlileri yönetmeliği, İslama göre mi belirleniyor? Mesela “bu ülkede insanımızın inancına ve ihtiyacına ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir adalet düzeni kurulmalıdır” diyen bir hoca efendi İslama göre mi yoksa “despotizme” göre mi sorgulanıp yargılanıyor?

13- Sportif faaliyetlerde İslami ölçülere uyuluyor mu? Başörtülü bayan karateci niçin müsabakadan atılıyor?

14- Müzik, sinema, tiyatro gibi kültürel etkinlikler İslama uygun mu icra ediliyor?

15- Kerhanelere ve randevu evlerine hangi ayet ve hadislerle izin veriliyor?

16- Bazı okullardaki öğrenciler namaz kılabiliyor mu? Hanımı kapalı diye insanlarımız görevlerinden niçin atılıyor?

17- Öğrenci, öğretmen, polis, memur, subay ve işçiler farz olan Cuma’ya rahatlıkla gidebiliyor mu? İrtica kavramları mı, gericilikle mücadele kanunları mı şeriata uygun bulunuyor?

18- Maddi durumu müsait olduğu halde her Müslüman istediği zaman ve şekilde Hacc farizasını yerine getirebiliyor mu?

19- Zekât ve sadaka sistemi yürüyor mu? Bugünkü vergiler İslama ve insafa uygun görülüyor mu?

20- Dış politikada Siyonistleri ve emperyalistleri (onların uydurduğu komünist ve kapitalist sistemler ve ülkelerle, NATO ve BM gibi teşkilatlarla çıkar dengesine dayanan ilişkiler geliştirin ama asla onlara güvenmeyin, dikkatli ve tedbirli hareket edin ama sakın onları dost  (örnek ve önder) edinmeyin” ayetine ve İslam kardeşliği emrine uyuluyor mu?

21- Mesela yılbaşı geceleri mi dini ve ahlaki değerlere ve milli törelere uygun düzenleniyor?

22- Mason locaları mı islamı uyguluyor?

23- Mafya babaları mı İslama göre çalışıyor?

24- Solculuk safsatası mı Kur’an’a uyuyor?

25- Irkçılık sahtekârlığı mı İslamla bağdaşıyor?

Evet bu soruları çoğaltmak, yüze, hatta bine çıkarmak, mümkün. Hepsinin de cevabı maalesef olumsuz olacaktır.

Öyle ise bu acı gerçekler bütün çıplaklığıyla ortada dururken hala birilerinin kalkıp “Bu ülkede İslamın yüzde doksan beşi yaşanıyor” veya “Kur’an’ın yüzde doksanı uygulanıyor” demesi, şayet aşırı  bir saflıktan  kaynaklanmıyorsa, mutlaka kasıtlı bir aldatma  ve saptırma söz konusudur.

Yukarıdaki soruları insanımızı aldatmaya ve oyalamaya yönelik bazı asılsız iddiaların yanlışlığını ortaya koymak için sorduk. Aslında biz temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına ve Cumhuriyet İnkilablarının amaçlarına uygun gerçek bir demokrasiden ve örnek bir laiklikten yanayız.

Dinle devletin kaynaşması da, çatışması da bize göre yanlıştır ve zararlıdır. Doğru olan din ile devletin barışması ve herbirinin kendi sahasında topluma hizmet sunmasıdır. Bazı kurum ve kuralların, toplumun milli ve manevi değerlerine uygun hazırlanmasını istemek ise gayet doğaldır. İnsanımızı dini ile devleti arasında tercih yapmaya zorlayan bir anlayış yanlıştır ve pek çok sıkıntının temel kaynağıdır.

Eğer bu  düzenin  yüzde doksanbeşi  Kur’an’a uygunsa  ve de zaten İslam uygulanıyorsa  o takdirde böylesine  mutlu  ve de kutlu  bir düzeni (!) getirenlerin ve yürütenlerin “beklenen  mehdi” olması  lazım gelir?..

Siz, hem onlara “deccal” diyeceksiniz, hem de onların kurduğu ve masonların da özellikle koruduğu bu bozuk ve bayatlamış hayat sisteminde  “İslamın yüzde doksanının hakim olduğunu” iddia edeceksiniz...

Pişkinliğin böylesine  pes doğrusu!..

Ne diyelim, yazıklar olsun!

“(Ahiret günü bir takım insanlar) şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz! Bizler (safiyet ve gafletle bazı) sadatımıza  (din adamlarımıza) ve küberamıza  (devlet büyüklerimize) uyduk ta onlar bizi Hak yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki katlı azab ver ve onları büyük bir lanete uğrat!”[137] ayetinin haber verdiği hain din önderlerini ve zalim devlet yöneticilerini iyi tanımak lazımdır. 

Mason Siyasiler koyu bir şeriat düşmanıdırlar!

Mason siyasiler çok katı bir hakikat düşmanıdırlar!

Mason siyasiler tabiatıyla İslami hayat düşmanıdırlar!

Ve zaten böyle olmaktan da şeref duymaktadırlar.

 Kendileri için asıl tehlikenin Milli Görüş olduğunu bilecek kadar cin akıllı ve bu tehlikeye karşı hatta sık sık Amerika’dan ve Avrupa’dan yardım isteyecek kadar da kararlıdırlar. Bir yandan Siyonist ve emperyalist dünyasından ve tüm din düşmanı kuruluşlardan yardım isterken bir yandan da içerdeki çağdaş din baronlarından Milli Görüşe karşı destek almaya çalışmakta ve de başarmaktadırlar. 

Meşhur Hoca Efendilerle, Hacı Halifelerle... Nice Meşreb Ağabeyleriyle ve de değeri sadece damatlık olan Şeyhlerle görüşüyor ve hatta ayaklarına kadar getirtiyorlar.

Eh nasıl olsa Masonlar batılı barbarlardan Müslümanlarla mücadele metotlarını öğrenmiş bulunuyorlar.

Görüyoruz ki batılılar Bosna’daki ve Kosova’daki İslami diriliş ve direniş hareketini boğmak ve bozmak için Sırp zındıklarını kışkırttıkları gibi içeriden de Fikret Abdiç münafıklarını kullanıyorlar. 

Avcılar, yabani keklikleri tuzağa çekmek için özel keklikler yetiştirir ve onları öttürmek suretiyle hem cinslerini aldatır ve yakalarlar.

Müslümanları avlamak için de vaizleri,  şeyhleri, ağabeyleri öttürürler.. Ayet hadis okuturlar... Kurslara,  yurtlara yardım toplatırlar... Hizmet edebiyatı ve keramet reklâmı yaptırırlar. Ondan sonra da çevrelerinde oluşan gafil ve safdil Müslümanları Milli dirilişe karşı kullanırlar!...

Bir dostumuz şöyle demişti: Tarihin hiçbir döneminde mürşitleri marazlı, müritleri de garazlı olan bir topluluğun iflah olduğu görülmemiştir. Efendim Filan Hoca Efendi filan mason siyasi ile memleket meselelerini ve bazı  kanun tekliflerini  görüşüyorlarmış!.. Allah Allah! Bunlar üst seviye hukukçu ve anayasa uzmanı değil... Bunlar milletvekili veya siyasi parti başkanı da değil. Ne zamandan beri kanun teklif ve taslaklarını başbakanlar, şeyhler ve Hoca efendilerle görüşmeye başlamışlar?!

İşin Türkçesi şu: Mason siyasiler bunlara  açıkça  diyor ki: Milli irade iktidar olursa bizim düzenimiz yıkıldığı gibi sizin de düzeniniz yıkılır!.. Sizlerin din adına hizmet edebiyatı ve de meşreb saltanatı yapabilmeniz,  bizim sömürü düzenimizin devamına bağlıdır.

İslam’ın rahatlıkla öğretildiği ve uygulandığı bir dönemde sizin de istismar imkânlarınız son bulacaktır... Öyleyse gelin ortak korkumuz olan Milli dirilişe ve muhterem liderine  karşı birleşelim!..

Ama artık bu numaralar sökmeyecektir. Bundan böyle akılsız başların cezasını ayaklar çekmeyecektir... Müslüman milletimiz, Nurcusuyla, Süleymancısıyla, tarikatçısıyla artık şunun bunun hatırına Masonların ve din düşmanlarının peşine  gitmeyecektir!..

300 kişilik Kız Kur’an kursuna beş on kuruş yardım veriyor diye, 300 bin kızımızı fahişe yapanlara,  insanımız rey vermeyecektir!

Birkaç bin kişilik yurtlarımıza müsaade ediyor diye, 15 milyon gencimizin geleceğini karartanları bu millet affetmeyecektir!

Milli Görüşün iktidarını ve Adil Düzen’in uygulanmasını önlemek için İslam düşmanlarınca işbirliği yapacak kadar gaflet içinde olanların maskeleri düşmüştür ve düşecektir!

Malum ve mason medyanın ve özellikle yüksek tirajlı basının “Fazilete karşı dindarlar cephesi oluşturuluyor!” anlamındaki haberler manşetlerden verildiğine ve özellikle takib edip beklediğimiz halde bu özel görüşme haberlerini tekzip edici hiçbir beyanat ta gelmediğine göre zaten öteden beri şüphelenip durduğumuz acı gerçek açıkça su yüzüne çıkıyor demektir!

Evet biz ya Faziletten taraf olacağız veya rezaletten!

Ama siz gelin görün ki Faziletin yükselişine ve de Adalet düzeninin gelişine karşı masonlarla ortak cephede buluşan bazı Hoca efendilerin bu talihsiz tavırlarına kimbilir ne hikmetler uyduracaklar!..

Nice manevi işaret ve alametlere dayandıracaklar! Herhalde bunu bile bir keramet sayacaklar.

Bu girişimlerin vatana, millete hizmet hatırına ve din yolunda gayret aşkına yapıldığını savunacaklar!..

Ve tabi çırpındıkça batacaklar ve artık kendilerinden başkasını aldatamayacaklar.

Bunları yazdığım ve konuştuğum için belki başımı da ağrıtacaklar Ama olsun..

Müslümanların uyanması ve masonik oyunların son bulması yolunda bir hakikati haykırmak şerefine, pek çok sıkıntıya katlanmaya çoktan hazırım!.. Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytan olmaktansa, dokuz  köyden kovulmaya candan razıyım!..

Aleyhüssalatü Vesselam Efendimiz, Hz. Faruk’u (r.a.) takdir buyuran şu anlamdaki hadisi şerifini hatırlayalım: “Vah, yazık Ömer’e!. Zira öylesine net ve mert şekilde gerçekleri konuşuyor ki, bu yüzden pek dostu (ve hoşlananı) kalmamış gibidir!.”

Baştaki ayeti kerimeyi hatırlatarak bu konuyu kapatalım:

“(Ahiret günü bazıları) şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz! Sadatımıza (din adamlarımıza) ve küberamıza (devlet büyüklerimize) uyduk ta, onlar bizi Hak yoldan sapıttılar. Ya Rabbi onlara iki katlı azab ver ve onları büyük bir lanete uğrat”[138]


BUNLAR İNSAFA SIĞAR MI?..

1997 Yılı, Malum 28 Şubat Öncesi Dönemdir…


Televizyondaki Amerikancı Hoca Efendi, Milli Görüş’e hıncını kusuyor ve içini dışa döküyor:

“-Toplumumuz hala rüştünü isbat edememiştir. Demokrasiyi hala içine sindirememiştir.

—Gerilimin bir nedeni de siyasetlerin menfaat üzerine bina edilmesidir.  Siyasetteki çıkar mülahazası içindeki bazı iyi niyetlileri de karartmakta ve samimiyetlerini istismar etmektedir. 

—Din adına şov sayılacak davranışlar sergilenmektedir. Din; Allah’la insan arasında manevi ve samimi bir irtibat olması gerekirken, dini zahirde bir şov haline getirenler ülkemizdeki gerilimin önemli bir nedenidir. 

—Kanunlarla belli ve yeterli ölçüde ifade imkânı verilen ve Allah’la kul arasında ve ihlâs planında kalması gereken dinin şov haline sokulması ve açığa vurulması bir tahrik sebebidir.

—Toplum bir kader-denk noktasında ve bıçak sırtında yürümektedir ve her an dengeler değişecek şekilde olaylar cereyan etmektedir.

—Bugün Türkiye’yi idare edenler (Refah-Yol hükümeti) gereken performansı gösterememiştir. Şimdi bizi idare edenler ekonomik ve anarşi konusunda başarılı olsalar da muhalefetle iyi geçinmeyi becerememişlerdir.

—O halde bunlara düşen, görevlerini ve hükümeti terketmeleri ve bırakıp gitmeleridir.

-“Ya yeni bir hükümet, ya yeni bir seçim” diyebilir miyiz? Sorusuna;

Evet, Halka “biz bu işi beceremedik” diyebilmeli ve işi bir gurur meselesi yapmadan iktidardan vazgeçmesini bilmelidir. Bunun yolu ise:

—Ya bir erken seçim, ya bir istifa olabilir. Mevcut liderleri de devre dışı bırakacak  yeni bir yapılanmaya fırsat verilmelidir!?

-”Şimdi iktidarın ben bu işi götüremiyorum ve artık emaneti geri veriyorum” diyebilmesi gerekir.

—Türkiye’de maalesef “Kaht-ı Rical” yani “yetişmiş ve yetenekli insan kıtlığı” görülmektedir.

—Millet adına, Türkiye adına “Ben bu işi bırakıyorum”  diyebilmek bir fazilettir ve söylenmelidir.

—Dinin politize edilmesi, rejimden ziyade, İslam için tehlikelidir. Din kulla Allah arasındaki irtibatın kendisidir. Dini siyasete alet edenler bugün de vardır ve bunlar dini temsil iddiasıyla dine zarar vermektedir.

—Dini siyasete alet etme düşüncesi, rejim için de, devlet için de tehlike sayılabilir.

Refah, dini siyasete alet ediyor mu? sorusuna;

-Şimdi, “zuhurundan gizli” olan şeyleri sizin ferasetinize bırakıyorum, (yani öyledir. Ve zaten herkesin bildiği bir şeydir)

—Cumhuriyet ve laiklik belki de şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir..!?

—Şeriat Kur’an’da sadece bir yerde geçmektedir (?!)

—Şeriatın % 95’ni oluşturan iman, ibadet ve şahsi muamelat kısımlarını bugün Türkiye’de tatbikini engelleyen bir durum yoktur. Geri kalan %4–5 kadarı da hukuk kısmıdır ki bu sadece idarecileri ilgilendirir. Fertle alakalı değildir.

—Sadece Erbakan’ın başbakanlığı döneminde tek bir İmam Hatip açılmamıştır. Bu bir nasip meselesidir. Diğer bütün başbakanların döneminde açılmıştır.

Şu anda İmam - Hatipler’de ihtiyacın çok üzerinde bir yığılma görülmektedir. Bu ihtiyaç fazlası farklı merkezlere yönelerek rejim için tehlike arz edebilir. Rejimi korumakla görevli kurumların haklı hassasiyeti de bu yüzdendir.

—Kesintisiz 8 yıllık eğitim zannedildiği gibi bir tehlike değildir. İsteyen ortaokuldan sonra da İmam-Hatib’e gidebilir. Bu girişim şer gibi görünse de ileride belki de hayırlara vesiledir.

—Milli Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi içtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir. Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunları hazmetmeye henüz hazır değildir.

Ben kendim İmam-Hatip Okulu açtığımı bilmiyorum. İzmir’de İmam-Hatip Okulu’na talebe hazırlayan bir dernekte yöneticilik yaptım ama bu, İmam-Hatip açtığım manasına değildir.

—Avrupa, Afrika ve özellikle Orta Asya’daki okullarımızda din olarak, Budist, Şamanist veya Hıristiyan veya ateist olan insanların çocuklarının bizim İstiklal Marşımızı söylemeleri kadar beni duygulandıran bir olay yoktur.

—Ahirete gittiğimde bir tek dikili taşım olmayacaktır. Ben misafirhanelerde kalan bir fakirim. Yurt dışındaki okullar hayır sahiplerinin himmetiyle açıla gelmektedir. Oralarda, Türkiye’deki Anadolu Liselerinin müfredatı aynen yürürlüktedir. Buradaki öğretmenler ise Türkün adını oralara götürme gayretini gösteren milli duyguları kabarık gönüllülerdir.

—Bülent Ecevit Bey’in de ifade buyurdukları gibi açılan bu okullar, oralara İran tipi şeriatın girmesini önlemesi bakımından da oldukça önemlidir!

—Ben cami kürsülerinde “Türkiye’de ve yurt dışında okul açın, yatırım yapın, imkânlarınızı birleştirip banka kurun” diye teşvik ediyorum. Bütün bunlar bu vaazların telkin ve teşvikiyle meydana gelmektedir.!?

Sağcı ve solcu siyasi liderlerle iyi ilişkiler içinde olmayı ve herkesi hoş tutmayı çok seven bir fıtrata sahibimdir.

Demirel’le, Türkeş’le, Ecevit’le, Tansu Hanım’la, Baykal’la 3–4 sefer görüşmüşüzdür.

Necmettin Erbakan’la da hayatımda sadece bir iki sefer olmuştur. Sonuncusu Türkeş’in cenazesindedir. Hiç konuşmadan geçmiştir.

İlk buluşmamız da ise, bir matematik ödülü töreninde tesadüfen yan yana gelmişizdir.

Erbakan’la aramızda herhalde “ruhların uyuşmazlığı ve kalp yollarının tıkanıklığı” mevzu bahistir.

Erbakan’a olan uzaklığım ise, dine ve davaya verdiği zarar yüzündendir.

—İslamiyet’te yolsuzluklara göz yummak, ahireti görmemektedir... Yolsuzluğa göz yuman yöneticiler, daha üst makamlardakiler tarafından azledilebilir. Yani bir hükümet bunu yapıyorsa aşağı indirilir ve görevine son verilir.

—Ülkemizin ve milletimizin zararına yapılan yolsuzlukları örtbas edenler mutlaka halledilmelidir.

—Ülkemizde bugün geçmiş krizlerden daha büyük bir kriz vardır. Ustura sırtında yürüyoruz. Bu durum çok tehlikelidir ve mutlaka düzeltilmelidir.

—Askerler kuvveti elinde tutukları halde gayet sağduyulu ve dengelidir. Demokrasiye saygınlıkları ve rejim konusundaki duyarlılıkları takdir edilmelidir.

—Hele Sayın Cumhurbaşkanı makamının sorumluluğuyla mütenasip davranmakta ve dengeleri gözetmektedir.

Yalçın Doğan’a;

—Sözlerimi “Şu anda yönetim bir uyuşmazlık ve başarısızlık içindedir. Ya istifa ya seçim gibi bir yolla hükümeti bırakmalıdır” şeklinde yorumlamanız ve algılamanız doğrudur ve yerindedir.

Evet, bu sözler 16 Nisan 1997 Çarşamba gecesi Kanal-D’nin Güncel Programında Yalçın Doğan’la yaptığı söyleşide “Hoca Efendi” diye meşhur birisinin sarfettiği sözlerden aynen alınmış yorumsuz ve katıksız olarak buraya aktarılmıştır.

Değerlendirilmesi İz’an ve insaf ehli mü’minlere aittir.

Bu arada Ecevit’in bu Hoca Efendiyi sık sık övmesi ve “düzen için yararlı irtica” görüp sahiplenmesi de dikkat çekicidir.

Önce bu Demokrasi münafıklarının ve insan hakları sahtekârlarının çifte standartlı tavırlarına bir göz atalım:

İşte, DSP,. Bülent Ecevit ve eşinin mutlak yönetim ve denetimi altındadır. Parti içi demokrasiyi savunanlar derhal hıyanetle suçlanmakta ve dışlanmaktadır. İşte TÜSİAD... 400 kadar üyesi bulunan bu sermaye diktatörlüğünün başına gelecek kişi asla seçimle belirlenemez. 5–10 kişilik kurucular kurulu oturup patronu tayin eder... Yani TÜSİAD kendi içinde demokrasiye dinamit gözüyle bakmaktadır.

İşte, Türk-İş, işçilerin ve işçi temsilcilerin hür iradesine ve serbest seçimlerine bırakılsa Bayram Meral  bu koltukta bir gün oturmazdı. Şayet demokrasi olsa, Rıdvan Budak DİSK’in başında, değil böyle yıllarca, yarım saat bile duramazdı!...

Söyleyin bakalım, hangi mason locasının üstadı azamı üyelerin demokratik tercihiyle seçilmektedir?

“Demokratikleşme, yenileşme, gençleşme” diye, yırtınan Medya kutikleri daha bir sene kadar önce İsrail’de 86 yaşındaki Weisman Yahudisinin bilmem kaçıncı defa Cumhurbaşkanı seçilmesine hiç ses çıkardılar mı?

İşte bu çifte standartlı ve istismarcı sahtekârlar “irtica’yı bile “yararlı ve zararlı” diye ikiye ayırdılar. Sömürü saltanatlarına yararlı gördüklerini kayırmaya, ülke ve toplum çıkarlarını korumakta direnenleri ise ”ayırmaya ve ayıklamaya” çalışıyorlar.

Böylece Müslüman halkımızı ve dini hizmet ve milli gayret için çırpınan gönüllü kuruluşlarımızı bile birbirine kışkırtmak ve kullanmak istiyorlar.

Karanlık oda rejiminin kodamanları ve bunların medyadaki kiralık adamları, Türkiye’de ki irticayı genellikle 3 sınıfta değerlendiriyorlar:

1- Süleyman Demirel’in irticası olarak; Nurcuları ve Süleymancıları

2- Erbakan’ın irticası olarak; İmam Hatip okullarını, Kur’an kurslarını ve Kombassan, Yimpaş gibi, Anadolu Arslanlarını

3- Ecevit ve Mesut Yılmaz’ın irticası olarak ta, Malum Hoca Efendinin dershane ve yurtlarını görüyorlar.

Bu malum ve mel’um merkezler, Erbakan’ın irticası saydıkları İmam Hatip Okullarının orta kısmını kapattılar, Kur’an kurslarının çoğunun kapısına kilit vurdular ve yerli ve milli kalkınmanın gurur veren örnekleri olan Anadolu Arslanlarını körletmek ve kurutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Zaten bu maksatla kurdukları DANASOL hükümetini de tepe tepe kullandılar.

Şimdi diyorlar ki, “Bizim için asıl savaşılması ve ortadan kaldırılması gereken Erbakan’ın irticasıdır. Demirel’in Ecevit’in ve Mesut Beyin irticaları ise ne bizim için ne de sömürü sigortamız olan rejim için, asla tehlike değildir, hatta yararlı ve gereklidir. Çünkü bunlar bizimle işbirliği içindedir, kontrolümüz dahilindedir, bir nevi emniyet sübabı yerindedir ve en önemlisi toplumun hepten Milli Görüşçü olmasını engelleyen ciddi birer etkendir!?”

Komutanlar ise bunlara karşı: “Biz irticayı, sahiplerine göre değerlendirmiyor ve aralarında bir fark görmüyoruz... İrtica bir tehdit ise, bunun her türlüsüyle mücadele edilmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz” diyor.

Yani sivil cunta: irticayı istismar edelim, bize yarayanları besleyip destekleyelim, sömürü tekerimize tökez koyanları ise temizleyelim” derken, komutanlar: “Hayır bu bir çifte standarttır, orduyu yıpratmaktadır ve sanki, “belli çevrelerin keyfine kullanılan bir kurum” konumuna taşımaktadır. İrtica tehlike ise, hepsine birlikte çözüm aranmalıdır.” Tezini savunuyor!.

Bütün bu talihsiz gelişmeler karşısında sivil cunta, kendi keyiflerine göre hareket etmeyen ordumuzu bile karıştırmaya ve yıpratmaya çalışıyor!..

Kim bu sivil cunta?

Siyasi partilerden: ANAP, DSP, MHP...

Sendikalardan “TÜRK-İŞ, DİSK, TOBB, TESK, sözde bazı sivil toplum örgütleri, Medya patronları... Refah-Yol’un yıkılmasına ve DANASOL’un kurulmasına öncülük yapan sendikalar, sivil toplum örgütleri, Medya patronları şimdi, sömürü saltanatları için kullanıp yıprattıkları bu hükümete bile karşı çıkmaya başladılar.

Halkı sömürmek, devleti iflasa sürüklemek ve orduyu yıpratıp körletmek hususunda, bu hükümeti yeterince başarılı olmamakla suçluyorlar!

Mesut Yılmaz ve suç ortakları ise bir yandan “ karanlık odaya” öte taraftan “Orduya” yaranmak için boşuna çırpınıp duruyorlar... Ve tabi ettiğini çekiyor, ektiğini biçiyorlar..

Hatırlanacağı gibi,

28 Şubat sonrası Erbakan Hocanın :”geliniz, Demokratik bir Platform oluşturalım. Milli iradeyi ve Meclis onurunu koruyalım” teklifine maalesef “hayır” diyen Mesut Yılmaz, şimdi aynı dayatmalar karşısında önce horozlandığı, ama zoru görünce şimdi yaranmaya ve yalvarmaya başladığı Genel Kurmaya “Benden daha iyi irtica donkişotu ve Milli Görüş düşmanı bulunmazsınız” imajını vermeğe çalışıyor.. Ve bakınız, Sırpların bile yürütemediği şu zulüm kanunlarını çıkarmaya uğraşıyor.

1- İrtica ile ilişkisi bulunan, Türkçesi İslami görevlerini yapmaya çalışan, yani Cuma namazı kılan, hanımı başörtüsü takan, bölgesindeki alimlere ve muhterem kişilere ziyaretlerde bulunan, ilmi, insani ve İslam’i hizmetleri yürüten hayır kurumlarının ve vakıfların davetlerine ve sohbetlerine katılan VALİ, KAYMAKAM ve Müdürler ayıklanacak.

2- 657. sayılı memurin kanunu değişerek, irtica ile irtibatı  bulunan  memurlar derhal işten atılacak

3- İrticai ve İslam’i hizmetlerle ilişkisi görülen emniyet mensupları görevinden alınacak.

4- İrtica bahanesiyle işinden atılanlara hak arama yolları tıkanacak.

5- İrticai faaliyet (yani dini hizmet) yapan vakıf, dernek, okul, yurt ve pansiyonlar kapatılacak.

6- Tekke ve zaviyelerle ilgili kanun kesinlikle uygulanacak, yani tüm manevi ve ahlaki hizmetler yasaklanacak...

7- Devrim kanunlarına aykırı kılık kıyafetlere ve özellikle başörtülü memure ve öğrencilere asla göz yumulmayacak...

8- Cami sayıları dondurulacak, yeni yapımlar diyanetin iznine bağlanacak

9- Kısaca 163. Madde, eskisinden bin beter şekilde yeniden hortlanacak!?

İyi de peki “İrtica nedir?

Başörtüsü takmak, namaz kılmak, Kur’an okumak, zikir yapmak, dini eser okumak Yani İslami öğrenmek ve yaşamak!... Birde Anadolu’da helal Para ile fabrika kurmak!...

Evet, irtica diye İslam’la savaşanlar!... kendi halkına ve onların hayat tarzına düşman gibi saldıranlar!... Kur’an kokusu aldıkları her şeye ve herkese sorumsuzca ve seviyesizce sataşanlar!... Milli kalkınma girişimlerine ateş açanlar!... Ve de bütün bunları hala hoş görenler ve alkışlayanlar.

Bir gün bu yaptıklarına mutlaka pişman ve perişan olacaklarıdır...


MİLLİ DUYARSIZLIK VE TUTARSIZLIK


Ufuk Efe Kardeşim şöyle bir fıkra göndermişti.

Yolcuların çığlıklarına göre uçak kullanan kör pilotlar!

Yolcular uçağa binmeden önce, bavullarını gösteriyor. Bu arada uçak şirketinin minibüsü yanlarında duruyor. İçlerinden kaptan pilot ve yardımcısı iniyor. Yolcular şaşkın bir vaziyette onlara ve birbirlerine bakıyor. Çünkü Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston, kolunda üç noktalı bant, yani kör! Yardımcı pilotun elinde bir tasma, ipin ucunda bir köpek, sağa sola çarparak yürüyebiliyor!

Yolcular; “1 Nisan şakası değil ama, yine de şakadır, bu kadarı da olmaz!” diye düşünüyor…

Derken yerine oturuyorlar ve uçak pistte ilerlemeye başlıyor. Yolcuların gözleri camda, uçak giderek hızlanıyor! Yolcular telaşlanmaya başlıyor, çünkü pistin sonuna yaklaşıldığı halde uçak bir türlü havalanmıyor. Bazı yolcular panikleyip dua etmeye başlıyor.

Derken, pistin bitip çimenlere ulaşıldığını gören yolcular dehşet içinde çığlığı basıyor!... Tam o sırada, kaptan pilot levyeyi sonuna kadar çekiyor ve tam pist bitmek üzereyken uçak tekerlerini yerden kesip havalanıyor!

Bunun üzerine kaptan pilot, arkasına yaslanıp derin bir nefes alıyor ve yardımcısına dönüp: “Korkuyorum, bir gün bu gafil yolcular çığlık atmakta gecikecekler ve hep birlikte geberip gideceğiz!...” diyor…

Yani, pilotlar kör, önünü görmüyor, sadece yolcuların çığlık sesine göre havalanıyor!

Ve şimdi Türkiye’yi de körler yönetiyor. İktidarıyla, bürokratıyla… Ama ne yazık ki, felaketin farkına varıp çığlık atacak yolcu da yok, hepsi “uyutulmuş” bulunuyor! Uyanık bulunan birkaç kişinin feryadı ise, henüz duyulmuyor.

“Tarihinizden ve Türklüğünüzden niçin gocunuyorsunuz? Ve Müslüman’ım demekten neden utanıyorsunuz!...”

Gerçekten beyni ve birikimi sökülüp alınmış, Milli benliği karartılmış birer “Kurulu Robot” haline gelmediysek, niçin figüranlığımızın farkına varmıyoruz, neden kökümüzden, kültürümüzden yani kendimizden kaçıyoruz?

Ünlü çağdaş tarih felsefecisi Arnold TOYNBEE bile “Tarih Üzerine Bir Etüd”  adlı eserinde “Eflatun’un İdeal Devleti’ne en fazla yaklaşmış devlet Osmanlı Sistemidir’’ derken biz tarihimizden ve dinimizden niye kaçıyoruz?”

Allah aşkına söyleyin; Sesar bu sorularında haksız mı?

Şimdi 10 Nisan 2005 tarihli Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi’nde Sn. G. DAĞDAŞ’ın yazısındaki tabloya bakalım:

İşte kendi çağımızda işlenen “soykırım”ların bir özeti:

1. Jozef Stalin (Rusya, 1934–39), 13 milyon mülteci ve 100 binlerce ölü.

2. Adolf Hitler (Almanya,1939–1945), 12 milyon mülteci ve 2 milyon ölü ve kayıp.

3. Mao Tze Dong (Çin, 1966–1969), 11 milyon kişiye kültürel asimilasyon ve toplama kamplarında sayısı belli olmayan milyonlarca ölü ve kayıplar.

4. İspanyol ve Amerikalı Kâşifler (Amerika,1492–1800), 7,9 milyon ölü ve kayıp.

5. Hideki Tojo (Japonya, 1941–1944), 5 milyon ölü ve kayıp.

6. Pol Pot (Kamboçya, 1975–1979), 1,7 milyon ölü ve kayıp.

7. Kim Il Sung (Kuzey Kore, 1948–1994), 1,6 milyon mülteci ve toplama kamplarında ölü ve kayıp.

8. Menghitsu (Etopya, 1975–1978), 1,5 milyon ölü ve kayıp.

9. Charles DeGaulle (Cezayir, 1954–1962), 1 milyon ölü ve kayıp.

10. Yakubu Gowon (Biafra, 1967–1970), 1 milyon ölü ve kayıp.

11. Leonid Brezhnev (Afganistan, 1979–1982), 900 bin ölü ve kayıp.

12. Jean Kambanda (Ruanda, 1994), 800 bin ölü ve kayıp.

13. İngiliz Krallığı (Avustralya, 1849–1938), 719 bin ölü ve kayıp, 100 bin mülteci

14. Suharto (Doğu Timor, 1976–98), 600 bin ölü ve kayıp

15. Saddam Hüseyin (Iran ve Kuzey Irak 1980–1990) 600 bin ölü ve kayıp.

16. Yahya Khan (Pakistan, 1971 ve Bangladeş,1990), 500 bin ölü ve kayıp.

17. Savimbi (Angola, 1975–2002), 400 bin ölü ve kayıp.

18. Molla Ömer - Taliban (Amerikan güdümünde Afganistan, 1986–2001), 400 bin ölü ve kayıp.

19. Idi Amin’e mal edilen ama Batılılarca işlenen (Uganda, 1969–1979), 300 bin ölü ve kayıp.

20. Mussolini (Etiyopya, Yugoslavya 1936), 300 bin ölü ve kayıp.

21. Danimarka (1945), 250 bin Alman Mülteci ölüme terk edildi.

22. Mobutu Sese Seko (Zaire, 1965–1997), 250 bin ölü ve kayıp, 200 bin mülteci

23. Charles Taylor (Liberya, 1989–1996), 220 bin ölü ve kayıp.

24. Foday Sankoh (Sierra Leone, 1991–2000), 200 bin ölü ve kayıp.

25. Amerika (Almanya Dresden,1943–1945), 200 bin sivil ölü (Dresden'e sığınan siviller)

26. S. Miloşevic (Yugoslavya,1992–96), 180 bin ölü ve kayıp.

27. Michael Micombero (Burundi, 1972), 150 bin ölü ve kayıp.

28. Amerika (Hiroşima- Nagazaki 1944), 135 bin ölü atom bombası ile bu şehirler yok edildi.

29. Almanya (Namibya 1891), 117 bin ölü / kayıp, 15 bin mülteci.

30. Batının kışkırttığı iç savaş: (Sudan, 1989–1999), 100 bin ölü ve kayıp.

31. Richard Nixon (Vietnam, 1969–1974), 70 bin ölü ve kayıp.

32. Papa Doc Duvalier (Haiti, 1957–1971), 60 bin ölü ve kayıp.

33. Marcos (Filipinler), 50 bin ölü ve kayıp.

34. Vladimir Ilich Lenin (Rusya, 1917–1920), 30 bin muhalif infaz edildi.

35. Francisco Franco (İspanya), 30 bin muhalif infaz edildi.

36. Lyndon Johnson (Vietnam, 1963–1968), 30 bin ölü ve kayıp.

37. Hafiz Esad (Suriye 1980–2000), 25 bin ölü ve kayıp.

38. Eski Yugoslavya (1995 Bosna-Hersek), 150 bin ölü, 50 bin kayıp, 45 bin mülteci

39. Usama bin Ladin(CIA güdümünde)Dünya çapında,1991–2001 4 bin ölü ve kayıp.

40. Sierra Leone, 80 bin mülteci, kayıp rakamı belli değil.

41. Kıbrıs (1912–1974) 25 bin sivil mülteci, binlerce ölü.

42. Yunanistan (Batı Trakya,1923–1990), 400 bin mülteci evlerini terk etti. Binlerce kayıp…

43. Bulgaristan (1970–1989), 360 bin mülteci kültürel asimilasyon sonucu evlerin terk etti, bin kişi toplama kamplarına alındı.

44. Norveç 1920–1930, Tatar göçmenleri kısırlaştırma ve toplama kamplarında izole etme.”

Listeyi kendimiz daha da uzatabiliriz.

Evet klasik bir söylemle Amerika’daki Kızılderililer’i, İnka ve Maya uygarlıklarını biz yakıp yıkıvermedik!

Afrika’da milyonlarca zenciyi yerlerinden yurtlarından edip köle diye Avrupa ve Amerika’ya biz götürmedik. Bu pazarlamadan bizim din adamlarımıza komisyon ödenmedi!

1492–1800 yılları arasında Gore Adası üzerinden yapılan köle transferlerinde gemilerde yüz milyona yakın zencinin ölümüne biz sebebiyet vermedik. Ki o dönemde İspanya’nın nüfusu 11 milyon, İngiltere’nin ki sadece 7 milyon olduğu bilinmektedir!?

Birincisinde doğrudan bizim üzerimizden, ikincisinde bizim mirasımız üzerinden  batının yürüttüğü, iki dünya savaşında, elli milyon insanın ölümüne biz öncülük etmedik!

İngiliz sanayine Pazar açmak için binlerce Hintli ustanın ellerini biz kesmedik!

Çin’de insanlara afyon içmeyi biz mecburen öğretmedik!.. Afyon Savaşı’nı biz körüklemedik!

Vietnam’daki, Afganistan’daki, Irak’taki bu kirli bir savaşı biz yürütmedik.

1290 yılında İngiltere’den bütün Yahudileri Firengi hastası gibi biz kovalayıp süründürmedik!...

1394 yılında, Fransa’dan, bütün Yahudileri biz sınır dışı etmedik!..

1492’de İspanya’dan biz zorla sürgün etmedik!..

Biz sadece sahiplendik..Vatanımıza ve imkanlarımıza ortak ettik..

Tapınakçı Siyonist, Papa Urban’ın kışkırtmalarıyla başlayan Haçlı Seferleri’nde daha yola çıkmadan önce Yahudiler’i biz katletmedik. Yolda uğradıkları İstanbul’da kendi dindaşlarımızı öldürüp, kollarından bilezikleri biz sökmedik!

Kudüs’e ulaştığımızda insanları kılıçtan biz geçirmedik. Havralarına sığınmış Yahudileri biz yakıp temizlemedik!

Ne Kudüs’ü ilk fetheden Hz. Ömer ve O’nun kumandanları ne sonra haçlıların elinden kenti yeniden alan Selahaddin EYYÜBİ herhangi bir katliama asla girişmedi.

Ne de İstanbul’u fetheden Fatih, böyle bir suç işlemedi!

Tıpkı Ermeni soykırımı yapmadığımız gibi. Onlar batının  kışkırtmalarına kapılıncaya kadar bizim Milleti Sadıkamızdı. Ve kıllarına zarar verilmedi. Ama sonra kendi hıyanet ve hakaretlerinin cezasını çekti.

O halde bu kendimizi inkâr paranoyası niye?

Kenya Devlet Başkanı Jomo KENYATTA’ya atfedilen bir söz var:

“Misyonerler ülkemize gelmeden önce bizim topraklarımız, onlarınsa İncilleri vardı; Gözlerimizi yumduk ve onları dinledik. Şimdi bizim İncillerimiz onlarınsa toprakları ve maden ocakları var”

Oysa biz asırlarca yönettiğimiz bütün coğrafyalarda, bütün inançlara ve bütün insanlara hayat hakkı tanıdık. Üstelik kimseyi köleleştirmeden ve onurluca bir hayat hakkı sağlayarak bunu yaptık.

Bu coğrafyada sadece Müslüman olana sadece Türk olana değil; Yahudi’ye, Ermeni’ye, Rum’a, Bulgar’a biz hayat alanı açtık.

Çünkü bizim uygarlığımız “ihyacı” yani hayat veren bir uygarlıktır!

Batı uygarlığı gibi “imhacı” yani yokeden bir barbarlık anlayışıdır.

Onun için tekrar tekrar soruyoruz bu utanç ve kaçış niye? Ey asker ve Sivil Bürokratlar, ey iktidar koltuğunda oturanlar! Büyük bir onurla ve gönül huzuruyla “Müslüman bir Türk olduğunuzu” söylemekten niye korkuyorsunuz?

Şimdi son zamanlarda Sayın Genelkurmay Başkanımızın Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada  “İslam ülkesi olmadığımız” yönünde açıklamaları kafaları karıştırıyor.

Hemen ardından TBMM Başkanı Sayın Bülent ARINÇ, TBMM’nin Açılışının 85. Yılı nedeniyle İlk Meclis Binası’nda düzenlenen törendeki konuşmasında sanki “Türklüğünü ve Müslümanlığını” özenle gizlemeye çalışıyor!

Bu iki canlı olay yukarıdan beri savuna geldiğimiz fikirlerin doğruluğuna bir kez daha teyit etmiş oluyor…

Bu  iki konuşma; yukarıda anlattığımız Batı’nın kendi içindeki bozulma ve bocalama sürecinde ortaya attığı safsatalardan etkilenerek kendi değerlerimizi terk ettiğimizi ve tam bir boşluğa ittiğimizi açıkça ortaya koyuyor!

Türkiye’nin bir İslam ülkesi olmadığını söylerken - gerekçesini bilmiyoruz ama -Sayın Genelkurmay Başkanı yanılmaktaydı fakat ülkemizin uluslararası operasyonların taşeronluğunu yapmaması gereğine işaret ederken doğruyu söylüyorlardı.

Ayrıca “toplumun kendi kimliğinden uzaklaştırılması yönündeki” tespitleri baştan beri bizim söylemek istediklerimizin bir özeti durumundaydı.

Sayın Genel Kurmay Başkanı’nın şu cümleleri gerçekten önemli ve anlamlıydı:

“Özellikle toplumsal memnuniyetsizlik, bütün olumsuzluklardan bir şeyleri sorumlu tutma arayışı ile kültürel değerlerin değişime uğraması yolunu açmıştır. Çeşitli vasıtalarla sosyo-kültürel yozlaşma tetiklenerek, toplumun kendi kültürüne karşı menfi bir tavır takınması, kendi kimliğinden uzaklaşması, kültürel dinamizmini ve yaratıcılığını kaybetmesi ve böylece diğer kültürlerin etkisine hazır hale gelmesi için ortam hazırlayabilir. Nitekim son yıllarda güzel Türkçe’mizde yaşanan aşırı bozulma, televizyon programlarında kendi kültürel değerlerimizden gittikçe uzaklaşan bir içerik ve etrafımızda sıkça rastladığımız yabancı isimli alışveriş ve eğlence yerlerindeki artış, dikkat edilmesi gereken endişe verici gelişmelerdir.

Tarih boyunca rakip devlet ve medeniyetler eliyle ve karşı tarafın güçlü yönlerini zaafa uğratmak ve onu temel değerlerinden uzaklaştırmak emeliyle çeşitli psiko-sosyal ve kültürel etkiler yaratılmak istenmiştir.

“Beşinci kol faaliyetleri” olarak da anılan bu tür çalışmaların hedefi, bir ülkenin zinde gücünü oluşturan ve geleceğin emanetini yüklenmiş olan gençlik kesimidir. Gençlik içinde de esas hedef, en aktif unsur olan ve yaşayacağı değişimi toplumun tümüne yansıtabilecek dinamizme sahip öğrencilerdir.

Kültürel yozlaşma alanında tehdit odakları ve organizasyonlar tarafından en çok kullanılan araçlar kitle iletişim vasıtalarıdır. Bu yolla milli kültürümüze, Türk örf ve adetlerine aykırı bir çok yanlış yargı ve anlayışlar topluma sunulmakta; halkın kıyafeti, tutum ve tavırları değiştirilmekte, değer yargıları erozyona uğratılmaktadır. Bu gayretler ise sonuçta milli benliğin zaman içinde zayıflamasına, ülkenin karşılaştığı iç ve dış sorunlarda toplumsal duyarsızlığa veya dramatik farklılaşmalara sebebiyet vermektedir.”

Bu satırlar hepimizin ortak düşünce ve kaygılarını yansıtırken diğer yandan:  “Din telakkisinin vicdani ve bireysel olduğu ve dünya işlerinden ayrı tutmak gerektiği” düşüncesi, maalesef ulusal kimliğin en büyük fanusunu kırmak ve vatana ve devlete sadakatin en önemli objesi olan “din” gibi bir silahı düşmana terketmek anlamında bir paradoks meydana getirmektedir! Artık bu çelişkilerden ve dış etkilerden kurtulmanın zamanı gelmiştir!

Aynı gün münasebetiyle Meclis Başkanı’nın “2005 yılını Milli Egemenlik yılı ilan ettik” sözleriyle: acaba, “Egemenliğimiz zaten Avrupa’ya devredileceğinden, 2005 yılını AB egemenliğine teslimiyet bayramı olarak değiştireceğiz!” mesajını mı vermek istiyordu? Diye aklımız karışırken Sn. Genel Kurmay Başkanının uzun konuşma metni içindeki çelişkiler de, soru içinde sorular doğurmaktaydı:

·  İran’ın nükleer çalışmalarının bölgemiz ve ülkemiz için tehdit oluşturacağını söyleyip, İsrail’in bütün bölgeyi mahvedecek nükleer yığınağını görmezlikten gelmesi.

·  Bir taraftan “ABD’nin en güvenilir ve stratejik müttefikimiz olarak ilişkilerimizin giderek güçlendiğini” vurgularken, ardından, Irak müdahalesinden sonra, Kerkük’ün Saddam döneminden daha tehlikeli bir demografik değişime uğratıldığını belirtmesi.

·  Ülkemizin ve bölgemizin güvenliğinin ve geleceğinin ancak NATO şemsiyesi altında korunabileceği havasını verip, ama NATO’nun düşman olarak İslam’ı seçtiğini es geçmesi.200 Müslümanın katledildiği Bosna Hersek’teki, Sreprenitsa vahşetinin NATO Barış gücü kontrolünde yapıldığını unutuvermesi.

·  Hem, Yunanistan’la iyi ilişkilerimizin daha da gelişeceğine ümit beslediğini ve sınır bölgelerindeki pek çok askeri birliğin feshedildiğini söyleyip, hem de Yunanistan’ın Türkiye’yi tehdit olarak algıladığını, korkunç boyutlarda silahlandığını ve Ege adalarına yığınak yaptığını itiraf etmesi…

·  Hem ahlaki ve ailevi değerlerin hızla tahribinin endişe verici olduğunu belirtip, hem İslami girişim ve gayretleri, dolaylı ifadelerle irtica tehdidi şeklinde algılanacak biçimde dile getirmesi

·  Türkiye’nin “ılımlı İslam” örneği olarak gösterilmesini kabul etmeyeceklerini söyleyip, ancak ılımlı İslam’ın, dost ve müttefik Amerika’da hazırlanıp servis edildiğini bilmez gibi hareket etmesi…

·  Amerika’ya “güven ve bağlılık” konusunda Recep Tayip Erdoğan ve Fetullah Gülen’le, tıpa tıp aynı görüşü seslendirmesi, ama toplum tarafından bunların farklı kulvarlarda zannedilmesi ve üstelik : “Türkiye’nin bir İslam ülkesi olmadığını!...” beyan etmesi…

·  Egemenliğimizi ve güvenliğimizi laçkalaştıran ve Milli hassasiyetlerimizi hiçe sayan AB sürecine tepki gösterilmesi beklenirken, tam aksine destek vermesi ve Çizgi Ötesi Dergisi’ne verdiği mülakatta, 17 Aralık kararlarını ‘başarı’ değerlendirdiğini bildirip “AB’ye girmek bir devlet politikasıdır ve halkımızın yüzde 75’i tarafından desteklenmektedir. Türkiye bütün zorluklarına rağmen kendi kartlarını iyi oynayarak 17 Aralık 2004 tarihindeki zirvede müzakere tarihi almayı başarmıştır.” demesi

Acaba bütün bunlar: “Dinlenmesi mecburi, ama üzerinde düşünülmesi mukayese ve muhakeme yürütülüp değerlendirilmesi ise yasak ve tehlikeli” kutsal beyanlar mıdır?

Evet, beyinlerimiz bulanıyor, kafalarımız karıncalanıyor… Yoksa danışıklı dövüş mü oynanıyor?

Millet “cambaza bak!...”lamı oyalanıyor?

Ve işte, tam bu sırada, “havayı çok iyi koklayan” bir zat Ankara’dan Şakir Süter’e şunları soruyor:

Dünkü “ikinci 28 Şubat denemesi mi?” yazımız üzerine Ankara’dan bu “havaları” hep iyi yorumlamış bir dostumuz aradı:

— Sana bazı sorular soracağım sadece. Cevap almak değil, dikkatlere sunmak için.

— Buyrun?

1- Anayasa Mahkemesi Başkanı Bumin, türban konusunu, “klasik bir darbenin” önünü kesmek için ortaya atmış olamaz mı?

2- Veya Bumin, “darbeye falan gerek yok, tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi parti kapatarak sorunu çözeriz” mesajı vermiş olamaz mı?

3- Cumhurbaşkanı Sezer de, CHP lideri Baykal da Ankara’nın derinliklerindeki sıkıntıyı yakından biliyorlar. Onlarda “ön kesmek” amacıyla çıkış yapmış olamazlar mı?

4- Özkök paşa, orduda artık herkesin malumu olan sıkıntının önünü kesmek için, kimilerince “sert” bulunan konuşmayı yapmış olamaz mı?

5- Derin devlet tartışmaları da, “örtülü bir uyarı” olarak gündemde tutulmuş olamaz mı?

Soruları bittikten sonra, “bunlar çok özet ama sanırım bu kadarı yeter” dedi; bizim soru yöneltmemize de izin vermedi!

Gelin de çıkın işin içinden bakalım!...[139]








[1]  Bak Doğuş Yayınları

[2] Tirmizi Fiten:43 ayrıca Ebu Davut, Melahim:16

[3] İbni Asakir.Geleceğin Tarihi.C.1.sh:40

[4] Naim Bin Hammad.Geleceğin Tarihi.C.1. sh:41

[5] Sünen-i Ebi Davut-Müslim, Tirmizi ve İbn-i Mace, Kitabul Fiten

[6] Tirmizi, İbn_i Mace Fitne Bölümü

[7] Sünen-i Ebi Davud.Kitabul Melahim.No:4297

[8] Bakara:120

[9] Maide:82

[10] Tebarani-Beyhaki , İmam Gazali-İhya. Emri bil maruf bölümü.

[11] Nisa:95

[12] Maide78–80

[13] Hac:41

[14] Bak:Maruf ve Münker Türkçesi:Mehmet İslamoğlu. Bergkamen –Almanya. Sh:146–147

[15] Hutbe-i Şamiye

[16] Münazarat:30

[17] İşaratül’icaz sh:48

[18] Hutbe-i Şamiye

[19] Kastamonu Lahikası, Sh:20

[20] Lemalar:122

[21] Maide:52

[22] A. Altındal Vatikan ve Tapınak Şovalyeleri Yeni Avrasya Yayınları 4.Baskı. Sh:183–186

[23] a.g.e  Sh:115

[24] a.g.e Sh.119

[25] İşarat-ul İ’caz.Otağ Matbaası.1975.İST.Sh:73

[26] İslam Tarihi.Hayati Ülkü.Sh:348.Çile Yayınevi 1979 İST

[27] Nisa : 28

[28] Yunus: 12

[29] Hud: 9–10, Fecr: 15–16

[30] İbrahim: 34

[31] Alak: 6–7

[32] Nahl : 4

[33] İsra: 11–18

[34] İsra: 67

[35] İsra: 84

[36] İsra: 100

[37] Kehf: 54

[38] Necm: 24

[39] Bakara : 8

[40] Bakara: 9–11

[41] Nisa: 60–61

[42] Tevbe: 42

[43] Münafikun 3.

[44]  Nisa: 145

[45]  Ahzab: 73

[46] Tahrim: 9

[47] Bakara : 11

[48] Bakara : 16

[49] Bakara  14

[50] Ahteri Kebir s. 269

[51] Okyanus fi Tercümetil  Kamus C.1, s. 625

[52] İbrahim  3

[53] Fatır 43

[54] Bakara 18

[55] Leyl 5–10

[56] Zuhruf 36–37

[57]  Buhari - Müslim

[58] Nesai

[59] Tevbe 107–108

[60] Tevbe 108–109

[61]  Tevbe: 105–107–108

[62] Nur 64

[63] Yunus 66

[64] Hud 18–19

[65] Fussilet 54

[66]  Zümer 3

[67] Bakara 214

[68]  Rum 4

[69] Buhari  - Müslim

[70] Nisa 143

[71] Bakara 14

[72] Nisa 62

[73] Bakara  11

[74] Nisa  139

[75] Enfal 49

[76] Tevbe 65

[77] Haşr 11

[78] Haşr 13

[79] Haşr  14

[80] Nisa 88

[81] Nisa  60–61

[82] Nisa  141

[83] Maide 51–52

[84] Bakara 120

[85] Münafikun 4

[86] Bakara: 10

[87]  Kasas: 85



[88] Said  Nursi, İşaratül İcaz  Mukkaddime. 1. Nükte. Tenvir Yayınları

[89] Bakara: 18

[90] Nisa:  60–61

[91] Maide:  51–52

[92] Al-i İmran: 102–104

[93] Bakara 85

[94] Bakara 42

[95] Şura  13

[96] Ali İmran 103

[97] Zuhruf 65

[98] Müminun 53–54

[99] En’am 159

[100] Ali İmran 105

[101] Şura 14

[102] Münavi-Hadis

[103] Ali İmran 85

[104] Nisa 160–161

[105]  M. Sıddık Gümüş, İngiliz Casusunun İtirafları, s. 54, Hakikat Yayınları, İst. 1993

[106] Müzemmil 1–8

[107] İnşirah 7–8

[108] Bakara 152–153

[109] Rad 28

[110] Hadis-i şerif

[111] Bakara 138

[112] Ali  İmran 31

[113] Bakara 165

[114] Yasin 21

[115] Bakara 269

[116] İsra 84

[117] Taha 124

[118] Rum 39

[119] Müminun  72

[120] Kasas 78

[121] Kasas  58

[122] Nur 37

[123] Hadisi Şerif, İbni Ebi Dünya tarafından rivayet edilmiştir.

[124] Rad 11

[125] Nisa  85

[126] Nisa  76

[127] Nisa 60–61

[128] Fussılet 33

[129] Fatır  43

[130] Milli Gazete / 11.02.2004

[131] Tahrim 6

[132] Tahrim 4

[133] Bakara 97

[134] Kastamonu  L. 20

[135] Emirdağ L. 2: 132

[136] Ahzap 67–68

[137] Ahzab 67–68

[138]  Ahzab: 67–68

[139] 28 Nisan–2005 AKŞAM




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder