31 Ekim 2014 Cuma

Bediüzzaman'ın laiklik konusu üzerine : Evvela belirtmeliyiz ki, İslâm’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin iş-lerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz
 sosyal medya hesabından Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de kutlanan bir milli bayram ile alakalı Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin tespitlerini paylaştı.

 Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygu-lanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olma-dığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.

Son olarak İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde “şûrâ” meclisinin vasfı yani dev-letin şekli üzerinde de durmak istiyoruz. Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslâm’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini gös-termektedir. İslâm’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır.

Hâkimiye-tin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvâya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete ba-tıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslâm’da halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukuku-nun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışı-nın dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhuriyet reisiydiler.

İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece Râşid Halifeler zamanında gö-rülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hüküm-dardadır ve hükümdar mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki baş-ta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hu-kuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur.

Bütün bu izahlardan sonra asıl konuya geçebiliriz:

Cumhuriyet'in ilanı, milletin yönetilme şeklinin belirlenmiş olduğu, Mustafa Kemal’in siyasî hedeflerinden bir tanesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) 29 Ekim 1923'te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, bu yönetim şeklinin kusurları açıkça dil-lendirilmeye başlanmış ve 29 Ekim'de Anayasanın ilgili maddeleri değiştirilerek, ülkenin yönetim şekli cumhuriyet olarak belirlenmiştir.

23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışı ile Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak Kurtuluş Savaşı devam ederken, millî birlik ve beraberliğin bozulmaması için rejimin adı konulmamıştır. Osmanlı'da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin vasfıydı.

Mustafa Kemal Paşa`nın tavsiyesi ile 27 Ekim 1923'te Ali Fethi Okyar Bey başkanlığın-daki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Fırkası (Müdafaa-i Milliye) grubunun yeni hükûmet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine Mustafa Kemal, 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak meselenin gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin vasfının Cumhuriyet olduğunu öngören bir kanun tasarısı hazır-landı.

Bedîüzzaman hiçbir zaman Cumhuriyet nizamına karşı çıkmamıştır; ancak onun taraftar olduğu dindar cumhuriyettir. Nitekim 1935 Eskişehir Ağır Ceza mahkemesinde yargılandı-ğında Cumhuriyet düşmanı olarak itham edilince verdiği cevap ortadadır:

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O za-man şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tane-lerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.

Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?

Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı din-dar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte ey müddeiumumî ve mahkeme a'zaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiy-le, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik mana-sı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı si-yasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'i-yazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm "Has-bünallahü ve ni'melvekil" olarak sizin beni i'dam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben Risâle-i Nur'un keşf-i kat'îsiyle i'dam olmuyorum, belki terhis edilip, nur ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İ'dam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördü-ğümden tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazı-rım! Onlara demiştim.

Bedîüzzaman’ın laik cumhuriyete taraftar olmadığı, ancak kamu düzenini sarsmamak için isyan manasına da asla yaklaşmadığı ortadadır:

Başta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ (“Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.” Bakara Sûresi, 2:256) cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç-yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihâda muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil ma’nevî bir cihâd-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla ola-cak. Çünki dindeki rüşd ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bür-hanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'an'dan çıkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.

DEVAMI :


Çünki evvelce bazı evham yüzünden bir seneden beri aleyhimize geniş bir tarzda çevri-len plânlar bunlardır: "Tarîkatçılık, komitecilik ve haricî cereyanlarına âlet olmak ve dinî his-siyatı siyasete âlet etmek ve cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asâyişe ilişmek" gibi asılsız bahaneler ile bize hücum ettiler. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, onların plânları akîm kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler Risâlede, onsekiz sene zarfın-daki mektub ve kitablarda hakikat-ı imaniyeden ve Kur'aniyeden ve âhiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka bir şey bulmadılar. Plânlarını gizlemek için gayet âdi bahaneleri aramağa başladılar. Fakat hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zahir ve şübhe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsıl-maz olan Meyve Risâlesi onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.

Bedîüzzaman’ın tıpkı Sovyet Rusya’da ve Muammer Kaddafi’nin Libya’sındaki cumhuri-yetler gibi Cumhuriyet dedikodularına ise şiddetle ve açıkça mahkemelerde karşı çıktığı ve sert tenkitlerde bulunduğu bir vakıadır:




Sâbık mahkemelerde dava ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi; bizim gizli düşman-larımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevke-den resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyete ve hakikat-ı Kur'an'a kar-şı mürtedane mücadele eden bir dessas zındıktır ki; bize hücum etmek için istibdâd-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeni-yet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle; hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları Kahhar-ı Zülcelal'in kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için "Hasbünallahü ve ni'melve-kil" kal'asına iltica ederiz.




Bedîüzzaman’ı müdafaa eden avukatının şu cümleleri de manidardır:

Aynı zamanda şahsî müdafaanamelerinde yazıldığı gibi Hulefa-i Raşidîn devr-i idareleri-ni tam bir cumhuriyet idaresi olarak kabul ve takdir eden ve karıncavari gibi hayvanları da cumhuriyetçi olmaları sebebiyle şahsî gıdasıyla onları besleyen ve seven bu ihtiyarın bu duy-gu ve fikirleri ile de dindar bir cumhuriyet idaresinin Türkiye’ye girmesinde, yardımcı oldu-ğunu isbat etmese dahi, tarafdarlarından bulunduğu şöylece aşikâr bulunmaktadır.




Onuncu Söz'ün tevafukatındandır ki; Onuncu Söz'ün satırları hem te'lif tarihine, hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir ema-redir. Yani o fıkranın meali budur: "Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalalet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir." demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel, Onuncu Söz sekizyüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalaletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; li-sanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz'ün hârika bürhanlarını gözlerine soktu.

"LÂ İKRÂHE..." VE LAİKLİK

Bediüzzaman'ın laikliğe bakışını daha iyi idrak etmek adına, öncelikle onun, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce beyan ettiği bazı fikirlerine bakmak yerinde olacaktır. Buna bir misâl olarak, 1909'da Volkan mecmuasında yayımlanan
 "Reddü'l-Evham" başlıklı makalesinde geçen satırlar oldukça manidardır. O, gayr-i müslimlerin, İslâm coğrafyasında, asırlarca "Lâ ikrâhe fi’d-dîn" (Dinden zorlama yoktur) âyetinin şemsiyesi altında inançlarını rahatça yaşadıklarına şöyle dikkat çekmişti:

“..gayr-i müslimler Kurûn-u Vustâda [Orta Çağ'da] ve vahşî oldukları zamanlarda, ferman-ı 'Lâ ikrâhe fi'd-dîn' ile ['Dinde zorlama yoktur’ (Bakara Sûresi, 2:256) âyetiyle] bu kadar edyan [dinler] ve akvâm-ı muhtelife [muhtelif kavimler] medeniyet-i İslâmiyede masun [korunmuş] kaldıklarından..” (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neş, İst.-2009, s. 72)

Bediüzzaman, bu cümleleri sarfettikten 35 sene sonra, 1944'te Denizli Hapishanesi'nde telif ettiği Meyve Risâlesi'nin 11. Meselesi'nde, ilginçtir ki, laikliği de bu âyet bağlamında izah eder. Ve yine enteresandır ki, asırlarca İslâm coğrafyasında gayr-i müslimlerin hak ve hürriyetlerini rahatça yaşamalarına kaynaklık teşkil eden bu âyet, cifir hesabıyla da, insanlık âleminde laikliğin kabul edilmeye başlandığı tarihlere işaret etmektedir:

“‘Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.’ (Bakara Sûresi, 2:256.) cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350)* tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: "Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik [ayırmak] ile dinde ikraha ve icbara [zorlamaya] ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan 'hürriyet-i vicdan', hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner...”

Evet, Bediüzzaman'ın da işaret ettiği gibi, Batı medeniyeti, İslâmın asırlar önce getirdiği ve tatbik ettiği 
"din ve vicdan hürriyeti" manasındaki bir esasın kıyısına, o zamanlar, daha yeni yeni gelmeye başlamıştır.

Malumunuz, Ortaçağ'da Kilise tahakkümü altında olan Avrupa'da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti, 
“din adına” engelleniyordu. Zaten Avrupa'da "din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması" veya "lâdinilik" (dindışılık) anlamındaki laikliğin kabul edilmesi de bu sebepledir. Bir anlamda tahrif edilmiş dinin baskısından kaçış olmuştur laiklik. Böylelikle muharref Hıristiyanlık, yani Kilise, devlet idaresinden elini çekmiş; Avrupa insanı, papazların istibdadından kurtulmuştur.

Aslında bu kurtuluş, her ne kadar Pozitivizm ve Materyalizm akımlarının da etkisiyle, Avrupa insanının, dinden kopuk bir hayat tarzını (sekülarizm) benimsemesini beraberinde getirse de, hakikati daha rahat görerek, tevhid dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır.
 "Beşer dinsiz kalamaz" fıtrî hükmü gereği, Kilisenin baskısından kurtulan Avrupalı'nın hak dini kabulü daha da kolaylaşmıştır. Nitekim Bediüzzaman da, gelişen "fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat" sayesinde, papazların ve ruhani reislerin tahakkümlerinden kurtulmalarının, insanlığın İslâm hakikatlerini kabulü açısından müsbet bir gelişme olarak görür. (H.Şamiye, s. 34)

Neticede; Avrupa'da 
"din ve vicdan hürriyeti" büyük ölçüde sağlanmıştır. Bediüzzaman, II. Meşrûtiyet yıllarında "Avrupa İslâmiyete hâmiledir; bir İslâm devleti doğuracak" derken, bu mânâyı da kastetmiş olmalı. Zira, "din ve vicdan hürriyeti", İslâm medeniyetinde asırlarca uygulanagelmiş bir prensiptir.

Ne acıdır ki, tam da bu vasatta, yani Avrupa'nın 
"din ve vicdan hürriyeti"ni kabul ettiği bir zamanda, adeta felek tersine dönmüş, bir İslâm coğrafyası olan Osmanlı'da asırlarca tatbik edilen "din ve vicdan hürriyeti", aynı topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletince "İslam aleyhine" bozulmuştur. İslâm dışı her türlü cereyana müsaade edilirken;İslâm baskı altına alınmış, düşman ilân edilmiştir. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti de, sözde Avrupa'yı taklit ederek "laiklik" prensibini kabul etmiş, ancak Türkiye'de laiklik ‘dinden kopuk / dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma’ aracı olarak uygulanmıştır.

Buna mukabil Bediüzzaman da, zulmen sevk edildiği mahkeme müdafaalarında, laikliği şöyle telâkki ettiğini / edebileceğini ifade etmiştir:

“Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye ‘dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak’ prensibini kabul etmiş; 
dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icâbâtındandır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 212)

"Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkkî ederim." (Tarihçe-i Hayat, s. 358)

LAİKLİK VE 'DİN İÇİN SİLÂHLA CİHAD'

Bediüzzaman, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, laikliğin ille de bir devlet prensibi olarak kabul edilecekse 
"Dinde zorlama yoktur" âyeti bağlamına telâkki edilmesine çalışmakta ve bu doğrultuda izah etmektedir. Onun bu minvalde yaptığı "dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner" vurgusu da önemlidir. Zira artık--haricî düşman saldırısı olmadığı sürece--"din için silâhla cihad" devri kapanmıştır. "Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)--tecavüz olmamak şartıyla--adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin" ifadesi de bu mânâdadır. Çünkü iki dünya savaşı, düşmanlık duygusunun ne kadar zararlı olduğunu göstermiştir.

Bediüzzaman’ın şu sözleri de, değişen dünya şartlarında
 "İslâmi cihad anlayışı"nın da değiştiğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir:

“Zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef'al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”

Bu tarz bir 
"cihad anlayışı" içinse, inanç ve fikir hürriyetinin şemsiyesi olarak tatbik edilecek bir laiklik, iyi bir zemindir. Nitekim Bediüzzaman, "Dinde zorlama yoktur..." âyetinin laikliğe işaret ettiğini söylediği yerin devamında, devletlerde laiklik prensibinin kabul edilmeye başlanmasına mukabil, "iman-ı tahkikî kılıcıyla mânevî bir cihad-ı dinî" döneminin başladığından da söz etmektedir.

Bütün bu mânâlar çerçevesinde, laiklik
 "din ve vicdan hürriyeti" olarak tatbik edildiği sürece, İslâma uygun ve dinî hizmetlerin önünü açan bir esas olarak görülebilir.

"DİN İLE DÜNYA İŞLERİNİN BİRBİRİNDEN AYRILMASI"

Türkiye'de her ne kadar laiklik, öteden beri, bir kesim tarafından 
"din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması" yönüyle sûistimal edilerek, bizzat devlet eliyle vatandaşlara "dinden soyutlanmış bir hayat tarzını" dayatmak ya da güncel deyimiyle "dini kamusal hayatta görünür olmaktan çıkarmak" şeklinde anlaşılmaya ve tatbik edilmeye çalışılıyorsa da, Bediüzzaman, bu şekildeki bir anlayış ve tatbikin, fıtrat gerçekleriyle uyuşmayacağını şu sözleriyle vurgulamıştır:

“Hükûmetin laik cumhuriyeti dîni dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dîni reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi...”

Bediüzzaman aslında bu şekilde
 "laiklik" prensibini tadil etmiştir. Tabiri caizse hizaya çekmiştir. Tıpkı "sınırsız hürriyet" anlayışına getirdiği izah gibi. Neticede o, eserlerinin pek çok yerinde yaptığı "Beşer dinsiz kalamaz", "Dinsiz insan en bedbaht bir mahluktur" vurgusunu, laiklik konusunda da bu şekilde yapar.

Öyleyse, Bediüzzaman 
"dini dünyadan tefrik etme (ayırma)"yı nasıl telâkki etmekte, nasıl bir mânâ vermektedir?
Meselâ bir yerde bu tanımı;
 “..hükûmet-i cumhuriye ‘dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak’ prensibini kabul etmiş.." şeklinde ifade eder.

Peki Bediüzzaman, bir vakıa olarak günün sosyal ve siyasî hareketleriyle ilgili yaptığı bu tesbiti, Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından nasıl yorumlamaktadır? Yani Türkiye, laikliği 
"bütün dinlere ve mensuplarına eşit mesafede durmak" mânâsıyla tatbik etse veya etmiş olsa, bunu yeterli görmekte midir?

Bununla ilgili düşüncesini, Eskişehir müdafaalarında geçen şu cümlelerinden anlamak mümkün:

“Ekser-i hükemânın [filozofların çoğunluğunun] garbda [batıda] ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enbiyânın [peygamberlerin çoğunluğunun] şarkta ve Asya tulûları, kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir ki, Asya'da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya'nın ileri kumandanı olan bu hükûmet-i cumhuriye, Asya'nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane [tarafsız kalma] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir [meylettirecektir].”

Son cümlenin altını çizmek gerekir:
 "bîtarafane [tarafsız kalma] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir [meylettirecektir].”

1950'den sonra 
"Reis-i Cumhura ve Başvekil"e gönderdiği mektubunda da aynı noktaya parmak basar Bediüzzaman:

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakkî ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi [İslâmî geleneği] bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.”

Bediüzzaman, 
"lâdinî bir esas yapsanız" dediği laikliktir. Bunu "..siz kendinize ‘lâdinî’ ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hâlde.." ifadesinden de anlamak mümkün.

Görüldüğü gibi o, Türkiye Cumhuriyet devletinin, tarafsız kalarak, laikliği 
"bütün dinlere eşit mesafede durmak" anlamında benimsese bile, İslâmiyete taraftar olması gerektiğini, sosyolojik bir tahlille izah etmektedir. Bu tahlilin diğer bir ifadesi şudur: "..Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz."

Öte yandan şu ifadeler de, Bediüzzaman'ın, laiklik esasını kabul etmiş Türkiye Cumhuriyeti'yle ilgili mânidar bir değerlendirmesidir:
 "Ben, hükûmet-i cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana [çağın mecburiyetlerine] göre bir kısım kanun-u medenîyi [medenî kanunları] kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum."

ADNAN MENDERES'İN KONYA NUTKU

Adnan Menderes de, Türkiye'de devletin dinî hizmetlerin önünü açmasının, dahası dinî hizmetleri teşvik etmesinin, laikliğin 
"dini dünyadan ayırma" prensibine ters düşmediğiyle ilgili Konya’da bir nutuk vermiş ve Bediüzzaman da bu nutkun bir kısmını Emirdağ Lâhikası isimli eserine iktibas etmiştir. Bediüzzaman'ın bu nutka eserlerinde yer vermesi elbette dikkat çekicidir.

Menderes'in nutkundan ilgili kısmı, günümüz tartışmalarına da ışık tutması bakımından, buraya aynen almakta fayda var:

"Şimdi size lâiklik telâkkimizden de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti mânâsına gelir. Din ile siyasetin kat'î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur. 
"Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslümandır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icabeder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır. "

"Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farizalarını ve kaidelerini kifayetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir. Gelecek sene lise derecesinde ilk mezunlarını verecek olan Konya İmam Hatip Mektebinin ileri seviyede din tahsili veren bir tedris müessesesi haline getirilmesi ve bu müesseselerin benzerlerinin yurtta fazlalaştırılması uygun olacaktır.”

SONUÇ

Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının (devlete terettüp eden / edebilecek olan) dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Hele hele yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye'de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete terettüp eden gerekli hizmetler yerine getirilmelidir. Zaten devlet millet içindir, millete hizmet için vardır...

Bu açıdan; devlet dine karışmasa bile, en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.

Bütün bu hususların gerçekleşmesi de, elbette
 "devlet"in kutsanmadığı, "devlet"in değil,"birey"in öncelendiği bir anlayışla mümkündür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder